Türkçenin Adı Var

eren

Katkı Sunan Üye
Üyelik
30 May 2005
Mesajlar
223
Zaman zaman günümüz gençlerinin Türkçe’yi doğru bir şekilde kullanamadıklarından şikâyet ederiz. Peki biz, bu gençlerin Türkçe’yi güzel kullanmaları için elimizden geleni yaptık mı? Seneca, “Toprak ne kadar zengin olursa olsun, ekilmedikçe mahsul vermez” diyor. Gerçekten kafalar da toprak gibidir, ekilmeyen beyinlerden mahsul alınamaz.

TV kanallarındaki tartışma programlarında bir hengâmedir gidiyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü bir şeyler söylüyor. Bizlerin öncelikle, “Mülâhaza ve münâzara nasıl yapılır?” konusundaki kuralları, tekrar gözden geçirip, bu ilmi baştan aşağıya yeniden öğrenmemiz gerekiyor!

TV kanallarındaki açık oturumlardan sürekli takip ediyoruz; tartışma programları gerektiği gibi yönetilmediği halde birçoğunun ne söylediğini ve hatta neyi ifade etmeye çalıştığını anlamakta zorlanıyoruz. Katılımcısı, uzmanı ve siyasetçisi ise bir başka havada. Maksat, “Lâf olsun torba dolsun” ve “her kafadan bir ses çıksın olunca” işte ortaya şu an yaşadığımız manzara çıkıyor. Kendimizi ifade edemediğimiz gibi kendisini ifade etmeye çalışana da fırsat vermiyoruz. Sonra da, “Konuşmayı niçin beceremiyoruz?” diye birbirimize sorup duruyoruz. Evet konuşmayı bilmiyor ve bakın neler yapıyoruz:
Her şeyden evvel “şiir dili” olan güzelim Türkçe’mizi, çok kötü kullanıyoruz. Kendimizi geliştiremediğimiz için kelime hazinemiz yetersiz ve dolayısıyla kendimizi ifâde edemiyor, üstüne üstlük kavram kargaşasına sebebiyet veriyoruz. Kavga ediyoruz. Sinirliyiz, saygısızız, dikkatle dinlemiyor, sık sık söz kesme kabalığında bulunuyoruz.

Bütün bunları sadece televizyonlarda ve radyolarda yapılan açık oturumlarda mı görüyoruz? Hayır! Milletin en yüce makamı olan TBMM’de görmüyor muyuz? Bize söz verildiğinde de duygu ve düşüncelerimizi derli toplu bir şekilde sunacağımıza; sözü gereksiz ifâdeler, tanımlamalar ve tekrarlarla sürekli uzatmıyor muyuz.
Kısacası, meseleyi aydınlatacağımıza, sağlıklı bir bilgi vereceğimize, sürekli ahkâm kesiyor ve biz bunu devamlı yapıyoruz. Çünkü bütün bunlara sebebiyet veren bir radyo ve televizyon yayıncılığı anlayışımız var.
Dile, bilime, eğitime, kültüre, sanata, âdâba ve ahlâka, gereken önemi vermiyoruz. Anlaşılan daha çok çekeceğimiz var.

Zamanın küçük bir kısmını Türkçe öğrenmeye ayırın

“Konuşmak Sanattır” isimli kitabımı burada, hangi düşünce ile yazdığımı kısaca anlatmaya çalıştım. Yalnız şunu bilhassa belirtmek isterim: Ben artık Türkçe’yi öğrendim, diye bir düşünce aklımın ucundan geçmez. Böyle bir düşünce ve gurura kapılmaktan imtina ederim. Ben Türkçe’yi istediğim, arzu ettiğim şekilde bilmiyorum.

Ancak, beni belki sizden ayıran bir husus var: Uzun zamandır “dilimizi daha iyi nasıl kullanabiliriz?”, “etkili söz söyleme sanatı ve ses tonunun insan psikolojisi üzerindeki etkisi” gibi konularda çalışmalar yapıyor olmam. Bunun yanında, gazetecilik, birçok radyo ve televizyonda haber spikerliği, sunuculuk yaptım. Ama bunlara rağmen ana dilimi istediğim gibi bilmediğimi çekinmeden itiraf ediyorum.

Evet, ben hâlâ Türkçe’yi öğrenmeye çalışıyorum. İnşallah bilmediklerimin hepsini olmasa da, bir kısmını bu çalışmalar neticesinde öğreneceğim.
Sizlerden istediğim, ne kadar meşgul olursanız olunuz, zamanınızın küçük bir kısmını Türkçe öğrenmeye ayırmanızdır. Çünkü Türkçe’nin, güzelim dilimizin kaderi, bir bakıma bizlerin elinde.

Dilini kaybeden, milliyetini de kaybeder

Kendimi Türkçe ve etkili konuşma sanatına adadığım zaman, dikkatimi ilk çeken, insanımızın dil konusundaki duyarsızlık ve kayıtsızlığı oldu.
Dilin insan toplulukları içinde çeşitli vazifeleri vardır:

Dil, bir topluluğu oluşturan fertler arasında anlaşmayı sağlar. O insanların babalarının, dedelerinin, atalarının yüzyıllar boyunca elde ettiği tecrübeleri muhafaza eder ve onları nesillerden nesillere aktarır.

Bir milletin uzun ve çeşitli tecrübelerle oluşturduğu kavramları, kelimeler ve deyimler hâlinde kalıplara sokar, böylece millî düşünce faaliyetini düzenler. Müşterek düşünce ve ifade birliği içinde bir araya getirdiği toplulukların manevî varlığını korur ve insan topluluklarını müşterek bir fikir faaliyeti içinde birleştirerek onları bir millet hâline getirir. Millet denilen topluluğu bir araya getiren maddî ve manevî unsurların en önemlisi din ve dildir.
Kırımlı Türk kardeşlerimizin bir atasözü bakın bu gerçeği nasıl anlatıyor:
“Dilini kaybeden biri, kendisini, özünü, milliyetini kaybeder“.

Dil yalnız “İyi sabahlar, nasılsın?, karnın aç mı?, nereye gidiyorsun?”dan ibaret değildir. Dil; ilim, sanat, edebiyat, felsefe, his, ruh ve fikri anlatmalıdır.

Türkçe’de söz götürmez bir canlılıkla yaşayan Arapça ve Farsça kelimeleri özleştirmek hem lüzumsuz, hem imkânsızdır. Lüzumsuz, çünkü, bir dilde yaşayan kelime, yabancı da olsa, o dilin uyrukluğuna girmiş, onunla deyimler, atasözleri yapılmış, o dilin milliyetini kabul etmiştir. Dünyanın bütün dillerinde olduğu gibi, yeni bir kelimenin eski ve canlı bir kelimeye halef olduğu görülmemiştir. Yeni kelimenin hayat şartlarından bazıları da, kuraldan ziyade şiveye uygunluğu, ahengidir; fakat mânâ bu şartların en başındadır.

Ekmek kelimesinin gerisinde bir tarih yatar

Geçim sağlayan para veya kazanç için “ekmek parası” deyimini kullanırız. İnsanlar, ekmek parasını türlü türlü işlerde çalışarak kazanırlar. Geçim sağlayan iş yeri için “ekmek kapısı” deriz. İnsanların, kendileri ve çoluk çocuklarının geçimini sağlamak hiç de kolay olmadığı için, “Ekmek aslanın ağzında” ifadesini kullanırız. Geçim sağlamak için çalışıp uğraşmak, “ekmek kavgası”dır.

Kendisi çalışmayıp başkasının kazancı ile geçinenler için, “Ekmek elden, su gölden” tabirini kullanırız. Bir ailede geçimin sağlanmasına katılmayan tüketici durumundaki insanlardan “ekmek düşmanı” diye bahsederiz. Birinin “ekmeği ile oynamak” onun geçim kaynağını tehlikeye düşürmektir. Birini işinden çıkarmak, onun “ekmeğiyle oynamak” veya onu “ekmeğinden etmek”tir.

“Birinin ekmeğine göz koymak” veya “göz dikmek” onun geçimini sağlayan işini elinden almaya çalışmaktır. “Birinin ekmeğine yağ sürmek,” aslında istenmediği halde, birinin işine yarayacak şekilde davranmaktır. “Ekmeğin hangi tarafının yağlı olduğunu” bilenler, çıkarlarının hangi tarafta olduğunu bilenlerdir.

Çalıştığı işten, geçimini karşılayacak kadar kazanç sağlayan biri, “ekmeğini çıkarmış” veya “kazanmıştır”. Birinin yanında çalışarak kendi geçimini sağlayan biri, “onun ekmeğini yiyen insandır.”
Büyük bir sıkıntıya ve üzüntüye katlanan insan, “ekmeğini kana doğramış”tır. Geçimini sağlamakta çok becerikli olan biri, “ekmeğini taştan çıkaran insandır.” Karnı aç insan için, “açın gözü ekmek teknesinde olur” ve “açın koynunda ekmek durmaz” gibi deyimler kullanırız.

Gördüğünüz gibi bir “ekmek” kelimesinin gerisinde bir tarih, bir kültür yatar. “Ekmek” kelimesi yüzyıllar boyunca işlenmek suretiyle dilimize böylesine bir mânâ zenginliği kazandırmıştır. Sonra “ekmek kadayıfı”, “ekmek tatlısı”, “kızarmış ekmek” gibi sözlerimiz de vardır. Ekmeğin yerine uydurulan, “doyum” ya da “doyut” bu ruhtan mahrumdur.


‘Yoğun’ kelimesinin kullanılmadığı yer yok

Radyo ve televizyon spikerlerimiz çok az kelimeyle, çok büyük meseleleri ortaya koymaya çalışıyorlar ve bunda başarılı olduklarını sanıyorlar. Meselâ “yoğun” kelimesi Türkçe kelimedir. “Yoğun” kelimesinin kullanıldığı yerler vardır. Suyun yoğunluğu, civanın yoğunluğu veya yoğun bakım deriz. Ama biz yoğunluğu 40 ayrı mânâda kullanmayız ki.
Bir arkadaşımıza “İşlerin nasıl?” diyorduk. O bize, “İşlerim çok” diye cevap veriyordu. Şimdi, “İşlerim yoğun” diyor. “Çok” kelimesinin yerini “yoğun” kelimesi aldı.

Eskiden birtakım karışık meselelerden sıkıntı duyuyorduk. “Bu işler karışık meseleler,” diyorduk. Şimdi, “Bu işler çok yoğun meseleler” diyoruz. “Karışık” kelimesinin yerini “yoğun” ifadesi aldı. Eskiden Türkiye’nin büyük davaları vardı. Şimdi büyük dava yerine “yoğun dava” diyoruz.

Eskiden dünyanın “devasa” meseleleri karşısında şaşırıp duruyorduk. Şimdi dünyanın yoğun meseleleri karşısında şaşırıp kalıyoruz. Eskiden başbakanımız, siyasimiz bir meydanda veya bir kürsüde “sürekli” alkışlarla konuşmasına devam ederdi. Şimdi yoğun alkışlarla konuşuyor.

Eskiden “bardaktan boşanırcasına” yağmur yağardı, şimdi yoğun yağmurlar yağıyor. İnsanların “kalabalık” hâlinde bulunduğu yerlerde hoş olmayan hadiseler olurdu, şimdi insanların yoğun olarak bulunduğu yerlerde hoşa gitmeyen hadiseler oluyor. Eskiden trafik sıkışıklığından dert yanardık şimdi trafik yoğunluğu şaşırtıyor.

Eskiden “anlatılmaz bir gayretle çalışılırdı.” Meselâ emniyet kuvvetlerimiz veya kurtarma ekiplerimiz gayretle çalışırlardı, şimdi yoğun bir şekilde çalıştıklarını söylüyoruz.

Eskiden bu konuda “ciddi tedbirler” alırdık, şimdi yoğun önlemler alıyoruz. Spora başladığımız zaman “derin bir nefes” alırdık, şimdi yoğun bir nefes alıyoruz.

Eskiden “yüklü” bir programla halkın karşısındaydık, şimdi yoğun bir programla halkın karşısına çıkıyoruz. 15 ayrı mânâyı biz bir tek “yoğun” kelimesiyle ifade ediyoruz. Bu dilin zenginleşmesi değil, fakirleşmesidir. Bu dilimizin kısırlaştığını gösteriyor.

Üç yüz kelime ile konuşuyoruz

Bir insanın bildiği kelime ne kadar azsa kendisini ifade etmesi de, o kadar zor olur. Ne kadar kelime biliyorsa, o kadar rahat konuşur ve konuşulanları, yazılanları, ortaya konulanları o nispette rahat anlar. Bunu çok iyi bilen batı dünyası ilk eğitimden geçirmiş olduğu çocuklarına çok zengin bir dil eğitimi veriyor. Meselâ ABD’de bunlar resmi rakamlardır. İlk eğitimden geçen çocukların kitaplarındaki kelime sayısı 71 bindir. İngiltere’de ve Almanya’da 70 bin civarında, İtalya’da 33 bin, Suudî Arabistan’da 12.500 kelimeyle okuyor çocuklar. Türkiye’de ise aynı eğitimden geçirdiğimiz çocuklarımızın kitaplarındaki kelime sayısı sadece 7 bindir. Bu 7 bin kelimenin de çocuklarımız ancak yüzde 5’iyle konuşuyorlar, düşünüyorlar. Şimdi 300 kelimeyle düşünen ve konuşan çocuklarımızın bir edebiyat meydana getirmeleri veya asgarî şartlar altında, edebiyatımızı kavramaları, anlamaları, onu zevkle okumaları mümkün mü? Değil.

Çocuklarımız ve gençlerimiz, çok basit kelimelerle konuşuyorlar. Niçin?.. Çünkü kelime dünyaları çok zayıf. Kelime dünyaları çok zayıf olan bu çocuklarımızı edebiyatımızla tanıştıramıyor, onunla arkadaş edemiyoruz. Halbuki Batılıların bu konuda çok doğru tespitleri var. Diyorlar ki, millet edebiyatı olan topluluktur.


Türkçe’yi zenginleştirmek veya Türkçe’nin zenginliğini korumak devletimizin, ailelerimizin, öğretmenlerimizin, gençlerimizin en büyük vazifelerinden biri olmalıdır. Şimdi, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de büyük mağazalarımızın vitrinlerini, anlamlarını bilmediğimiz yabancı kelimeler çirkinleştiriyor. Sanki yabancı bir ülkedeymişiz gibi ürperiyoruz. İstanbul Üniversitesi bu konuyla ilgili olarak yaptığı araştırmada bu acı gerçeği ortaya çıkardı. İşyerlerine yabancı isim koyanların yüzde 72’si koydukları kelimenin ne mânâya geldiğini bilmiyor. Bu neden kaynaklanıyor? Bizim batı dünyası karşısında duyduğumuz aşağılık duygusundan, yabancı kelimeleri koyarsak daha çok müşteri cezbederiz ihtirasımızdan, Türkçe’yi yeteri kadar sevmiyor olmamızdan kaynaklanıyor. Devletimizin, okullarımızın en büyük vazifesi çocuklarımıza, gençlerimize, milletimize Türkçe’yi sevdirmek ve onları mümkün olduğu kadar zengin bir dille düşündürmek ve konuşturmak olmalıdır.
 
çok teşekkür ve tebrik ediyorum,çok güzel bir yazı :bravo

herkesin okuyup bazı gerçekleri görüp,bu konuyu tartışıp irdelemesi lazım artık :tartisma
 
Teşekkürler...

Sayın eren bey, Türkçe konusunda yazdıklarınız çok güzel şeyler.Rahmetli Cinuçen Tanrıkorur da dememiş miydi " Türkçe'yi sala koyup sele verdik "diye.Sel ve salla biten sonradan uydurduğumuz kelimeler, bahsettiği anlamı ne kadar verebiliyor ki.Zannedersem şair Yavuz Bülent Bakiler'in sözüdür, diyor ki " Türkçe'den o eski dediğimiz kelimeleri çıkarırsak o zaman Türkçe secdeye iner."Yani kullancak,konuşacak kelime bulamayız.
İşte sel ve salla biten sonradan uydurduğumuz birkaç kelime :

kanuni:yasal
ruhi :ruhsal
dini :dinsel
suni :yapay

Sizin bu konuda daha çok söyleyecek çok sözünüz vardır herhalde.
Kolay gelsin...
 
Üst