Türkiye Avrupa Birliği Yolunda Avrupa'ya Yetişebilir mi?

OSMAN EROL

Katkı Sunan Üye
Üyelik
7 Haz 2005
Mesajlar
877
Konum
Zonculdak
TÜRKİYE AVRUPA BİRLİĞİ YOLUNDA AVRUPA’YA YETİŞEBİLİR Mİ?

Osman Erol
Ekonomist
[email protected]
19.11.2005

Ziya Paşa bir beytinde:

“İslam imiş pa bende-i terakki
Evvel yoğidi iş bu rivayet yeni çıktı”

der.

(Bu günkü dille “İslam’ın gelişmenin ayak bağı olduğu söyleniyor, evvelce yoktu bu söylenti yeni çıktı” demektir.)

Acaba “iş bu rivayetin” gerçeklik yönü var mıdır?, varsa sebebi nedir? İşte biz bu makalede bu rivayetin sosyoekonomik yönünü araştırmak ve Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda var olan pek çok meselesinin yanında, inançlarının uzantısı olan ve hiç gündeme getirilmeyen sosyoekonomik yönünü, her iki dinin ve coğrafi yapının hayatı şekillendiren yönleri ile irdelemek istedik.

Her eylem düşüncede başlar . Ekonominin ve kalkınmışlığın temelini de dünya görüşü ve felsefesi oluşturur. Hıristiyan inancına göre insanoğlu dünyaya, tıpkı dedesi Adem gibi günahkar olarak gelir. Bu nedenle günahlarından arındırılmak için doğunca yıkanır yani vaftiz edilir. Müslüman inancına göre ise tam tersi, insanoğlu dünyaya günahsız olarak gelir. Hatta toplumda bebeklere melaike gözü ile bakılır. Ama, öldüğünde, yaşarken mutlaka günaha bulaşmış olduğu kabul edilerek yıkanır (gusül abdesti aldırılır) ve öyle toprağa verilir.

Temeldeki bu inanç farkı her iki toplumu da sosyoekonomik yönden derinden etkiler. Hıristiyan Protestan inancında bir insanın zengin olması onun tanrı tarafından bağışlandığının işareti sayılır. Protestan toplumların Avrupa’da gelişmişlik, zenginlik yönünden Katolik toplumlara göre ileri olmalarının altında bu dünya görüşü yatar. Müslüman Türkiye’de ise fakirlik erdemdir, zenginlere iyi gözle bakılmaz. Çünkü “her servetin altında bir pislik yatar” inancı topluma hakimdir. “azıcık aşım dertsiz başım”, “bir lokma, bir hırka” tercihi hayat felsefesi olarak revaçtadır. “Dünya hayatı ahretin mezrasıdır”, asıl ebedi hayat öbür dünyadadır” görüşü hakimdir.

Dinleri ve onların farklı yorumunu, tabii coğrafya ile asırlar süren mücadelenin şekillendirdiği şüphesizdir. Konuyu bu yönü ile incelersek şunu görürüz:

Avrupa bol yağışlı ve istikrarlı bir iklime sahiptir. Orada hiçbir zaman yağmur duasına çıkılmaz.( Sadece Tuna Nehrinin taşıdığı su miktarı (debi) Türkiye’nin tüm akarsularının taşıdığı suların toplamının iki katıdır). İslam coğrafyasında ise kurak ve istikrarsız bir iklim hakimdir. Tevrat’ta Mısır’da geçen 7 yıl bolluk ve bunu takip eden 7 yıl kıtlık dan ve firavunun gelecek kıtlık günleri için buğday stokladığından bahsedilir.

Türklerin yaşadığı coğrafya da bundan farksızdır. Tarihte, istikrarsız yağışların, büyük kıtlıklara, açlıktan ölümlere sebep olduğu bilinir. Bu istikrarsız iklim şartlarının İslam dininin de bölgeler itibariyle farklı yorumuna ve toplumda yarınından emin olmayan, (finalist) kaderci felsefenin oluşumuna sebep olduğu şüphesizdir.

Diğer taraftan gelişmiş batı ekonomilerinde bir plan içinde yürütülen ancak, Türkiye’de başıboş olan zirai üretim, ekonomide örümcek ağı teoremi olarak isimlendirilen ve plansız zirai üretimin sonucu olarak ortaya çıkan arz-talep istikrarsızlığı toplumda kaderci görüşün yerleşmesinde önemli etkenlerdendir.

Evlerde dükkanlarda duvarlara asılan “el rizgu alellah tevekkeltü taalallah” (Yani rızkı Allahın üzerine sayma , Allahlı vekil edip her şeyi kadere bırakma) deyimi ile açıklanan bu felsefe ekonomiyi ve hayatı şekillendiren en önemli unsur olmuştur. Mesela batı Hıristiyan ülkelerinde kalkınma için gerekli fonların en önemli kaynağı sigorta primleri olurken, Türkiye’de (şiddetli tabii afetlere rağmen) sigortacılığın bir türlü gelişememesinin ve fon yaratamamasının ardında yatan sebep bu (Allah vekil) kaderci görüştür.

Yakın zamana kadar kitlesel üretim modelinden uzak kapalı ekonomi içinde yaşayan Türk toplumunda, üretimi artırmaktan çok, tüketimi kısma eğilimi hakimdir. “işten artmaz, dişten artar”, “sakla sarı samanı gelir onun zamanı” , “Allah bereket versin”, “bereketli olsun”, peygamberin “yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” mealindeki hadisine dayanan “israf haramdır” gibi özdeyişler toplumun günlük yaşam felsefesi, hayat tarzı olmuştur. Bunu üretimdeki istikrarsızlığın yanında verimsizliğin de tüketime yansıması olarak görmek gerekir. Örneğin Fransa’da tohum ıslahıyla, dekar başına 535 kilo buğday alırken, Türkiye’de yalnızca 251 kilo alınabilmektedir.(**) Verimliliğin artması geleneksel yapıda var olan tüketimden kısma eğilimini ortadan kaldıracaktır.

Toplumdaki bu eğilim devlet organlarına da yansımış, tasarrufu teşvik tedbirleri alınmış, elektrik idaresi “en ucuz enerji tasarruf edilen enerjidir” gibi anlamsız sloganları duvarlara yazdırabilmiştir

Türk toplumunun hayat felsefesinin ekonomiye yansıyan sonuçlarını incelersek: Okuyuculara önce masalarındaki kalemliğe bakmalarını ve orada kaç tane mürekkebi tükenmiş kalem olduğunu tespit etmelerini ve bunları niçin çöpe atamadıklarını düşünmelerini öneririm. Bir Avrupalı buzdolabını en fazla 5 yıl kullanıp atarken Türk halkı onu en az 20 sene kullanır. Avrupalı “evladiyelik” kavramına yabancıdır.

Önümüzde çok tipik bir örnek var. Birkaç sene önce tekrar dolum yapılamayan ve kullanılıp atılan bir çakmak markasının reklamları yapıldı. Sahibi yabancı olan firma büyük tanıtım kampanyaları ile piyasaya girdi. Herhalde dünyada en çok sigara içilen ülkelerden olan Türkiye’yi büyük bir Pazar olarak görüyordu. Ama hesap etmediği bir şey vardı. O da toplumun tüketim modeli idi. Türk tüketicisi bu çakmağı boşaldığında atmaya kıyamamış ve altını delip supap taktırarak tekrar doldurulabilir hale getirip kullanmaya devam etmişti. Nitekim yatırımcı firma kısa süre sonra hüsranla piyasayı terk etti. Firma yöneticileri “neden böyle oldu” diye soran televizyon muhabirine kameraya şaşkın bakışları ile “Türk halkı malını atmıyor” demekle yetindiler.

Piyasada üreticilerin en çok şikayet ettikleri husus talep yetersizliği olmuştur. Tüketim toplumu olan Avrupa ülkelerinde düşünülmesi bile abes olan “eskisini getir yenisini götür” kampanyaları Avrupa tarzı modern üretim yapan Türk üreticilerinin talep yetersizliği nedeniyle içine düştükleri çaresizliğin tipik bir örneğidir.

Çünkü üreticinin asıl müşterisi kendi ülkesi halkıdır. Örneğin ABD üreticisi ürettiği malların ancak %10’unu ihraç etmekte, asıl zenginliğini kendi ülke halkı ile olan ekonomik ilişkisinden sağlamaktadır.

Talep yetersizliği, diğer adıyla daralma (deflasyon), bir ülke ekonomisi için savaşlardan ve deprem, sel, kasırga gibi tabii afetlerden çok daha yıkıcı olmaktadır. Amerika’da 1929 yılında başlayan ve sonradan bütün dünyaya yayılan ekonomik daralma ülke ekonomisi için felaket olmuştur. Bu ABD'de unutulmamış, yakın geçmişte ekonomide yine böyle daralma belirtileri baş gösterdiğinde hükümet “desteklenmiş kapitalizm” adı altında bir programı yürürlüğe koymaya hazırlanmıştır. Buna göre, her Amerikan vatandaşına hazineden karşılıksız 100 Dolar verilecek, böylece piyasadaki eksik talep ve buna bağlı daralma önlenecekti. Ama Amerikan ekonomisi bu olumsuz konjonktürü kazasız atlatabilmiş ve bu tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmamıştı.

Gelişmiş batı ekonomileri için istisnai, konjonktürel olan bu durum Türkiye ekonomisi için günlük alelade bir durumdur. Bu, Türkiye milli gelirinin neden hala üç bin dolar civarında süründüğünün en açık delilidir.

Yazımıza yine bir Osmanlı paşası olan tarihçi Ahmet Cevdet Paşa ile devam edelim. Paşa (Tarih) adlı eserinde (*)

“Bir mülkün imar ve serveti paranın kesreti ile husule gelmeyip devri ile vücuda gelir. Çünkü mamuriyet denilen şey ahalinin emeğinin semeresi olarak boş durmayıp daima çalışması ile husul bulur bir keyfiyettir. Buna dahi paranın devri sebep olduğundan devlete en mühim olan madde paranın ziyade devrettirilmesi ile ahaliyi tembellikten uzaklaştırmak olup, bu suret ilerledikçe mülkün servet ve gınası artar”
demektedir.

Yazar bir asır önceden Türk ekonomisinin içinde bulunduğu ve halen devam eden yapısal sorunu teşhis ederek, bu günkü modern ekonomiye ışık tutan ferasetiyle, özetle, zenginlik için para biriktirmeyi değil, bilakis paranın devrettirilmesini yani harcanmasını tavsiye ediyor. Şüphesiz bu harcamanın kaynağı karşılıksız olmayacak, yazıda geçtiği gibi, daha çok çalışma ile elde edilen gelire dayanacaktır. Bu da cenneti bu dünyada yaşamayı felsefe edinmiş toplumların cehti ile olur.

Diğer taraftan konunun halkın günlük hayatına yansıyan yönüyle bakarsak, toplam talepte eksik talepten kaynaklanan kırılma, üretimi optimal üretim seviyesinden aşağı çekilmeye zorlarken, toplam üretim seviyesinin olması gerekenden daha aşağılarda karar kılmasına, diğer taraftan tüketici rantı avantajının da aynı oranda düşmesine, yani hayatın daha pahalı olmasına sebep olduğu görülür.

İşte bütün bunları kaderci felsefenin günlük hayata yansımaları olarak değerlendirmek gerekir.

Konuyu makro ekonomik açıdan değerlendirirsek, sonuç :

Eksik talep, Eksik yatırım, İşsizlik, Eksik üretim, Düşük milli gelir ve Fakirlik…dir

Kısacası Türk halkı fakir olduğu için az tüketmiyor, bilakis az tükettiği için fakir oluyor.


DIŞARIDAN YAPILAN MÜDAHALELER ÇÖZÜM GETİRİR Mİ?

Toplumun üst yapısını yani hukukunu ve sosyal yapısını alt yapısı yani üretim teknolojisi ve tarzı belirler. Türkiye’de bu süreç tabii mecrasından çıkarılmış, dış müdahalelerle yapay bir yapı oluşturulmuştur. Yeterli talep ile desteklenmeyen üretim sektörü sanayi ötesi dönemi yaşayan batıdan ithal ettiği modern üretim tarzının gereği olan mevzuatı iktibas etmişse de buna uyum sağlayamamıştır. Bu iktibas tiyatro dekorunu değiştirmek gibi, gerçek hayatla ilgisi olmayan bir uğraşı oluyor. Çünkü teknolojik gelişmeye nazaran çok daha yavaş gelişen sosyal yapı henüz buna hazır değildir.

Bir örnek vermek gerekirse: İş Kanunu Alman iş kanunundan aynen iktibas edilmiştir. Ancak, iş dünyası bu kanunu 30 senelik uygulamaya rağmen bir türlü hazmedememiş, yapılan bir çok değişikliğe, çıkan ihtilafları çözmeye çalışan binlerce yargı kararına rağmen iş barışı sağlanamamış ve kanun sonunda toptan değiştirilmiştir. Bunun sebebini toplumun alt yapısı ile üst yapısı arasındaki kan uyuşmazlığında aramak gerekir. Ücret ödeyen işvereni kastederek “veren el alan elden üstündür” zihniyetini benimseyen bir toplumda sanayi ötesi batı toplumlarının işçi-işveren hukukunu uygulamak mümkün değildir.

Yani sonuçta, şimdi yapıldığı gibi Avrupa birliği ile müzakerelerin başlaması, uyum çalışmaları ile kanunlarda değişikliklerin yapılması da Türkiye’nin Avrupa’ya uyum sağlaması için çözüm değildir. Çünkü dışarıdan yapılacak müdahalelerin geleneksel yapıyı ve bunun uzantısı olan tüketim modelini değiştirmesi mümkün olamayacaktır..


SONUÇ:

Sonuç olarak Türkiye’nin Avrupa birliği yolunda en büyük handikabı piyasadaki eksik talebin ekonomik büyümesine köstek olmasıdır diyebiliriz.

Peki bu sonuçlar Türk halkı için bir kader midir?, bunun çözümü yok mudur? diye sorulursa, bizce bu sosyoekonomik problemin çözümünü yine sosyoloji ve ekonomi bilimi içinde aranmalıdır.Tabir caizse Türk halkının ezberini bozmak gerekir. Bunun için topluma tüketim toplumu alışkanlıkları kazandırılmalıdır. (2004 yılı yüzde dokuzun üzerinde gerçekleşen milli gelir ile Türkiye tarihinde bir rekor kalkınma yılı olmuştur. Bu, aldığını buldum zanneden kredi kartı kkullananların “çılgınca" olarak nitelenen hesapsız harcamalarının etkisi ile gerçekleşmiştir. Yani bu yıl Türk halkının ezberinin bozulmaya başladığı yıl olmuştur.)

ABD'nin 1929 yılında yaşadığı deflasyonun asıl sebebinin eksik talep olduğu, bunun da üretim seviyesi ile ücretler seviyesi arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı kanıtlanmıştır. Bu tecrübe ile amerikan işvereni kendi menfaati ile potansiyel alıcı olan işçilerin menfaatinin zıt değil paralel olduğunu keşfetmiş ve bundan sonra işçi ücretlerini mümkün mertebe yüksek tutmayı ekonomi politikası olarak benimsemiştir. Bu Türk müteşebbisine örnek olmalı, asgari ücret artışı görüşmeleri yapılırken gösterdiği muhalefetin, aslında bindiği dalı kesmekten öte bir anlam taşımadığını idrak etmeli, daha az kar etmeyi göze alarak, işçi ücretlerini yüksek seviyede tutmaya gayret etmelidir. Bu üretim-tüketim çarkının dönmesi için gerekli ve uzun dönemde herkesin menfaatinedir.

Diğer taraftan, özellikle hala nüfusunun yüzde kırkını kırsal kesimde yaşayan ve göçlerle şehirlere gelenek ihraç eden odaklar olarak görünen halkın teşkil ettiği bu toplumda yapısal değişikliklere gidilmeli, tarım kesimi nüfus oranını Avrupa ülkeleri seviyesine yani yüzde beşlere çekmek için mücadele edilmeli, kısa dönemde ise tarımsal üretimde verimlilik artırılmalı, özellikle tarımsal üretimdeki talep elastikiyetsizliğinin doğurduğu talep eksikliğini bertaraf etmek için tarımsal ihracat sübvansiyonlarla teşvik edilmeli, ihracat üzerindeki her türlü vergi yükü sıfırlanmalıdır. Bunun da nesiller boyu sürecek bir mücadeleyi gerektireceğini, Türkiye’nin Avrupa’ya yetişmesinin, Avrupa yerinde durmayacağına göre, çok zor hatta imkansız olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır.
………………………………………………………………………………………………………………………….

(*) Ahmet Cevdet Paşa, Tarih, cilt 3, sayfa 100
(**) DİE verileri

Not: Okuma zahmetinde bulunanların eleştirilerini bekliyorum.
 
selamlar

batan bir gemiden adaya bir fizikçi, bir kimyacı bir de iktisatçi çıkımış. karınları açıkınca sahile vuran konserveleri yemek istemişler. ve konserveleri nasıl açabileceklerini düşünmeye başlamışlar.

fizikçi demiş ki; şimdi konserveyi bir kayaya çarparak açalım.

kimyacı demiş ki; ateş yakalım. konserveyi üstüne koyalım. sonra konserve ısına ısına patlayıp açılır.

sıra bizim iktisatçıya gelmiş ( bu arada benimde lisans branşım iktisat).

iktisatçı demiş ki; şimdi elimizde bir konserve açıcağı olduğunu düşünelim :D

değerli forumdaşlar iktisat gerçekten deneyi toplum olan sosyal bir bilimdir. toplum olduğu içinde öyle tezlerinizi bir fizik bilimi gibi veya bir kimya bilimi gibi laboratuvarda deneyemezsiniz.

hatta değişen Amerika Merkez bankası (FED) başkanı ismini şu an hatırlayamadığım şöyle ince bir sözü vardı.

diyor ki iktisat ilmi (ekonomi) çalışan bir motoru tamir etmeye benzer :idea:

şu bir gerçektir ki toplumumuz ehli keyifdir. :D ancak gerektiğinde çalışmasını bilir. bu son 150-200 seneyle değil 5000 senelik mazimizle görebiliriz.

peki toplumumuzda bu keyfiliğin, bu hayat felsefesinin (Sayın Erol'un makalesinde geçen tanımlamayı konunun dağılmaması için kullanmıyacam.)
etkisi var mı. buna hayır demek çok güç.

ama o hayat felsefesinde veren el alan elden üstündür ve iki günü birbirine eşit olan zarardadır sözleri de vardır... başka sözlerde vardır ve bunları da objektiflik adına görmek lazım. :!:

peki Türkiye niye bu durumda? niye bu kadar dış borcu var. niye Gayrısafi milli hasıla borç oranı bu kadar yüksektir?

niye Türk ekonomisi açık verir. Faiz dışı fazla ne demektir pekiii.

ben önce borcumun FAİZİNİ ödeyecem (lütfen dikkat borcumu değil) sonra kendi vatan evladıma para ayıracam...

Acaba Türk ekonomisini bu hale getirenler ve faiz dışı % 6,5 mahkum edenler israf haramdır zihniyetinde olanlar mıdır...

yoksa yoksa yıllar süren yatırımlara, harcamalara milletin parasını batıranlar bitmeyince yeni keşifler yaparak daha çok paralar taleb eden zihniyette midir...

bu soru ve cevaplar uzayabilir. hatta DİE verilerinden somut örneklerde verilebilir. :twisted:

Türkiye Dış borç yükünden yada GSMH/BORÇ oranı yüksekliğinden kurtulsun ve toplumda, vergilerinin hortumculara ve israf olmadığına, çarçur edilmediğine TAM kanaat getirsin. işte o zaman sorulması gereken soru şu olur;

Türkiye AB Standartları arasında ki farkı kaç sene de kapatır.

ve başka sorular da var; Maastricht ekonomik kriterlerinde Avrupa birliğinin her üyesi Türkiyenin önünde midir ve üye ülkerde bu kriterlere uygun bir ekonomisi olmayan var mıdır?

eğer varsa o ülkelerde de bir lokma bir hırka edebiyatımı hakim acaba....

konuyu açtığı için Sayın Erola teşekkürler..

saygıyla
 
Üretim, üretim ,üretim...

Sait Halim Paşa şöyle diyordu:
“Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı, yine kendi çağdaşları bir Sultan Hamid’in meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdi.”
Buhranlarımız.

Değerli meslektaşım ve üstadım Osman beyin belirtmiş olduğu iktisadi görüşler benim de vakıf olmaya çalıştığım bir takım iktisadi görüşleri hatırlamama vesile oldu.

İktisat eğitimimi almış olduğum İ.Ü.İktisat Fakültesi hocalarından rahmetli Prof..Sabri Ülgener hocanın “ İktisadi Kalkınmanın Ahlak ve Zihniyet Dünyası “ çalışmasında Osman beyinde belirtmiş olduğu gibi; günümüz Türk toplumunun iktisadi ve içtimai yapısını anlayabilmek için geçmişteki Osmanlı toplumunun iktisadi anlayışını bilmek gerektiğinden bahseder.Merhum Ülgener hoca araştırmış olduğu eski Türkçe kayıtlarda Osmanlı sosyo-ekonomik yapısının kaderci bir anlayışa sahip olduğu tespitini yapmaktadır.(O zaman ki yapılan bazı binaların özü toprak olan tuğladan yapılması, bu dünyanın geçici olduğu asıl olan öteki dünyanın olduğuna dalalet etmektedir.)Yine Fakülte hocalarından merhum Prof. Ömer Lütfi Barkan, Prof.Hilmi Ziya Ülken (Ülken’in anılan fakülte hocası olduğundan şu an emin değilim) incelemiş oldukları Tapu Tahrir kayıtlarında vb.hep bu hususlarla ilgili çalışmalar yapmışlardır.

Yine aynı Fakülte hoclarından rahmetli Prof.Sencer Divitçioğlu “ Asya Tarzı Üretim –Marksgil İktisat “ isimli çalışmasında Osmanlı gibi Doğu Toplumlarının; o günkü ekonominin temel dinamiği olan tarım faaliyetlerini incelemiştir.Osmanlı ve diğer Doğu Toplumlarında geniş arazi parçalarının padişahın, imparatorun vb.mülkiyetinde olması, bu toprakların halka kira (icar) yolu ile işletilmesi ve bu şekilde oluşan üretim tarzı ilişkileri Avrupa’da ki üretim ilişkilerinden daha farklı bir ekonomik gelişmenin veya gelişmemenin sebepleri olduğundan bahseder.Avrupa’da ki derebeylik sonrası ortaya çıkan sınıflı toplum yapısı, sanayi üretiminin ve verimliliğin artmasına sebep olan icatlar vb. Doğu toplumlarından daha önce refah atışları-
na ve daha erken kalkınmalarına vesile olduğundan bahseder(alt yapının üst yapıyı belirlemesi)

Max Weber’in “ Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu “ isimli çalışması tam da Osman beyin
belirttiği gibi Avrupa’da ki Protestan mezhepli toplumların iktisadi kalkınmalarının Katolikler-
den daha önce olduğundan bahsetmektedir.(Literatürdeki alt yapı mı üst yapıyı belirler, yoksa üst yapımı alt yapıyı belirler ikileminde; zannımca Weber dini anlayış zihniyetinin ekonomik gelişmeyi etkilediği vurgusunu yaparak ikinci görüşe vurgu yapmıştır.)Almanya, İngiltere gibi Protestan inancın daha yaygın olduğu bölgelerdeki ekonomik gelişme; İspanya, İtalya gibi ahiret inancının daha ağır bastığı Katolik bölgelerden kat kat daha fazla olmuştur.

Türkiye’nin kısaca Cumhuriyet tarihi ekonomik kalkınma dönemlerine bakarsak :

İlk kuruluş yıllarında liberal ortam (1923 te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar bağlamında, devletin özel sektöre öncelik etmesi ve gerekli sermaye birikiminin sağlanmasına vurgu yapar.İleride özel sektöre devredilmek üzere –özelleştirme- devlet öncülük yapmalıdır...)
2.Dünya Savaşının vermiş olduğu “stoklama vb” ihtiyacından dolayı 1950 li yıllara kadar yerini, tasarrufların (S) arttırılarak milli gelirin yükseltilmesi görüşüne terk etmiştir(En temel milli gelir eşitliği Y=C+I olup Y:milli gelir, C:Tüketim harcamaları, I:Yatırım harcamaları
olup I:S yani yatırımlar tasarruflara eşittir ön kabülü vardır –ceterıs parıbus- Bu arada aşırı stoklama endişesinden olacak ibadet yerleri bile depo olarak kullanılmıştır.)


1946 dan sonraki demokratik hayata geçiş denemeleri ile birlikte 1950 den sonra ki demokratik hayatla (demokrasinin gerektirdiği Çok Partili Siyasal Hayat) tüketim harcamalarının(C) arttırılarak milli gelirin (Y) arttırılması iktisadi anlayışı ağırlık kazanmıştır.(Dönemin
liberal anlayışa aykırı olarak en çok KİT’ler 1950-60 döneminde kurulmuştur.)

1960 tan sonraki demokratik hayata yapılan müdahalelerden sonra 1980 e kadar içe kapanmacı (İthal İkameci-Korumacı) bir ekonomik anlayış hakim olmuştur.Bu dönem de dışarıya ihracat değil de dışarıdaki malların aynısını montaj şeklinde içeride üretme yolu benimsenmiştir.(Bu
dönemdeki yürüyen çamaşır makinaları, bazı malların karaborsaya düşmesi, karneye bağlanmas vb. Türk filmlerine konu olmuştur.)

1980 den sonra ki demokrasi kesintisinden sonra da daha önce benimsenen ekonomik kalkınma yerini; İhracata Dayalı, dış piyasalarla rekabet etmeyi gerektiren bir yapıya bırakmıştır.Fakat bu dönemde de hayali ihracat gibi acı tecrübeler yine Türk filmlerine ve parodilere konu olmuş ve olmaya devam etmektedir.Bu dönemden sora IMF’nin empoze ettiği reel ücretleri düşürüp ülkenin borç ödeyebilme kapasitesini arttırmaya vb.dayalı acı reçeler Türk Hükümetlerinin önüne konulmaya devam etmektedir.İktidara gelen hükümetler meclisten geçiremedikleri kanunları Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) halletme yoluna gitmektedirler.

Cumhuriyetimizin kuruluş öncesi ve kuruluş sonrası kalkınma kaygılarından bahseden yine İktisat Fakültesi hocalarından rahmetli Prof..İdris Küçükömer’in “ Batılaşma-Düzenin Yabancılaşması” çalışması bu konularla ilgili ilginç tespitlerde bulunmaktadır.

Günümüz İktisadi(Ekonomik) Kalkınmasının en belirgin özelliği; zannımca ihracata dayalı katma değeri yüksek ürünleri, en kaliteli fakat en ucuza üretip dış piyasalara satmaktan geçmektedir.Bunun da yolu herhalde Avrupa Birliği gibi çağdaş normları, temelde insan haklarını kendisine hedef edinmiş birlikteliklere entegrasyonlarla olabilir.İkinci bir seçenek
olarak Avrasya orjinli açılımlarda Türkiye’nin B planlarını oluşturmaldır diye düşünüyorum.
(Uluslar arası İktisat alanında Prof.Gülten Kazgan,Pof.Halil Seyidoğlu, Prof.Peter Durucer’ın çalışmaları günümüz ekonomik hayatını anlamamıza yardımcı olacaktır.)

Kolay gelsin…
 
Sayın Hüseyin bey yazınızı zevkle okudum. Nostaljik duygularım uyandı. Ben de İ.Ü. İktisat fakültesi mezunuyum (1970) Sencer Divitçioğlunun ölümüne üzüldüm. Benim de hocamdı. Ben son gördüğümde sakalları siyahtı. Hayat böyle...

Selamlar sevgiler
 
Düzeltme hk.

Osman bey,
Sencer Divitçioğlu'nun hayatta olup olmadığı konusunda açık söylemek gerekirse tam olarak bir malumatım yoktu.Eğer hayattaysa Allah uzun ömürler versin, kaybettiysek Allah rahmet eylesin.Düzeltir özür dilerim.
Kolay gelsin....
 
Yorum yazan arkadaşlarımız ne kadarda uzun yazmışlar böyle doğrusu okumak için baya bir efor sarfetmek gerekiyor.
 
Üst