OSMAN EROL
Katkı Sunan Üye
TÜRKİYE AVRUPA BİRLİĞİ YOLUNDA AVRUPA’YA YETİŞEBİLİR Mİ?
Osman Erol
Ekonomist
[email protected]
19.11.2005
Ziya Paşa bir beytinde:
“İslam imiş pa bende-i terakki
Evvel yoğidi iş bu rivayet yeni çıktı”
der.
(Bu günkü dille “İslam’ın gelişmenin ayak bağı olduğu söyleniyor, evvelce yoktu bu söylenti yeni çıktı” demektir.)
Acaba “iş bu rivayetin” gerçeklik yönü var mıdır?, varsa sebebi nedir? İşte biz bu makalede bu rivayetin sosyoekonomik yönünü araştırmak ve Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda var olan pek çok meselesinin yanında, inançlarının uzantısı olan ve hiç gündeme getirilmeyen sosyoekonomik yönünü, her iki dinin ve coğrafi yapının hayatı şekillendiren yönleri ile irdelemek istedik.
Her eylem düşüncede başlar . Ekonominin ve kalkınmışlığın temelini de dünya görüşü ve felsefesi oluşturur. Hıristiyan inancına göre insanoğlu dünyaya, tıpkı dedesi Adem gibi günahkar olarak gelir. Bu nedenle günahlarından arındırılmak için doğunca yıkanır yani vaftiz edilir. Müslüman inancına göre ise tam tersi, insanoğlu dünyaya günahsız olarak gelir. Hatta toplumda bebeklere melaike gözü ile bakılır. Ama, öldüğünde, yaşarken mutlaka günaha bulaşmış olduğu kabul edilerek yıkanır (gusül abdesti aldırılır) ve öyle toprağa verilir.
Temeldeki bu inanç farkı her iki toplumu da sosyoekonomik yönden derinden etkiler. Hıristiyan Protestan inancında bir insanın zengin olması onun tanrı tarafından bağışlandığının işareti sayılır. Protestan toplumların Avrupa’da gelişmişlik, zenginlik yönünden Katolik toplumlara göre ileri olmalarının altında bu dünya görüşü yatar. Müslüman Türkiye’de ise fakirlik erdemdir, zenginlere iyi gözle bakılmaz. Çünkü “her servetin altında bir pislik yatar” inancı topluma hakimdir. “azıcık aşım dertsiz başım”, “bir lokma, bir hırka” tercihi hayat felsefesi olarak revaçtadır. “Dünya hayatı ahretin mezrasıdır”, “asıl ebedi hayat öbür dünyadadır” görüşü hakimdir.
Dinleri ve onların farklı yorumunu, tabii coğrafya ile asırlar süren mücadelenin şekillendirdiği şüphesizdir. Konuyu bu yönü ile incelersek şunu görürüz:
Avrupa bol yağışlı ve istikrarlı bir iklime sahiptir. Orada hiçbir zaman yağmur duasına çıkılmaz.( Sadece Tuna Nehrinin taşıdığı su miktarı (debi) Türkiye’nin tüm akarsularının taşıdığı suların toplamının iki katıdır). İslam coğrafyasında ise kurak ve istikrarsız bir iklim hakimdir. Tevrat’ta Mısır’da geçen 7 yıl bolluk ve bunu takip eden 7 yıl kıtlık dan ve firavunun gelecek kıtlık günleri için buğday stokladığından bahsedilir.
Türklerin yaşadığı coğrafya da bundan farksızdır. Tarihte, istikrarsız yağışların, büyük kıtlıklara, açlıktan ölümlere sebep olduğu bilinir. Bu istikrarsız iklim şartlarının İslam dininin de bölgeler itibariyle farklı yorumuna ve toplumda yarınından emin olmayan, (finalist) kaderci felsefenin oluşumuna sebep olduğu şüphesizdir.
Diğer taraftan gelişmiş batı ekonomilerinde bir plan içinde yürütülen ancak, Türkiye’de başıboş olan zirai üretim, ekonomide örümcek ağı teoremi olarak isimlendirilen ve plansız zirai üretimin sonucu olarak ortaya çıkan arz-talep istikrarsızlığı toplumda kaderci görüşün yerleşmesinde önemli etkenlerdendir.
Evlerde dükkanlarda duvarlara asılan “el rizgu alellah tevekkeltü taalallah” (Yani rızkı Allahın üzerine sayma , Allahlı vekil edip her şeyi kadere bırakma) deyimi ile açıklanan bu felsefe ekonomiyi ve hayatı şekillendiren en önemli unsur olmuştur. Mesela batı Hıristiyan ülkelerinde kalkınma için gerekli fonların en önemli kaynağı sigorta primleri olurken, Türkiye’de (şiddetli tabii afetlere rağmen) sigortacılığın bir türlü gelişememesinin ve fon yaratamamasının ardında yatan sebep bu (Allah vekil) kaderci görüştür.
Yakın zamana kadar kitlesel üretim modelinden uzak kapalı ekonomi içinde yaşayan Türk toplumunda, üretimi artırmaktan çok, tüketimi kısma eğilimi hakimdir. “işten artmaz, dişten artar”, “sakla sarı samanı gelir onun zamanı” , “Allah bereket versin”, “bereketli olsun”, peygamberin “yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” mealindeki hadisine dayanan “israf haramdır” gibi özdeyişler toplumun günlük yaşam felsefesi, hayat tarzı olmuştur. Bunu üretimdeki istikrarsızlığın yanında verimsizliğin de tüketime yansıması olarak görmek gerekir. Örneğin Fransa’da tohum ıslahıyla, dekar başına 535 kilo buğday alırken, Türkiye’de yalnızca 251 kilo alınabilmektedir.(**) Verimliliğin artması geleneksel yapıda var olan tüketimden kısma eğilimini ortadan kaldıracaktır.
Toplumdaki bu eğilim devlet organlarına da yansımış, tasarrufu teşvik tedbirleri alınmış, elektrik idaresi “en ucuz enerji tasarruf edilen enerjidir” gibi anlamsız sloganları duvarlara yazdırabilmiştir
Türk toplumunun hayat felsefesinin ekonomiye yansıyan sonuçlarını incelersek: Okuyuculara önce masalarındaki kalemliğe bakmalarını ve orada kaç tane mürekkebi tükenmiş kalem olduğunu tespit etmelerini ve bunları niçin çöpe atamadıklarını düşünmelerini öneririm. Bir Avrupalı buzdolabını en fazla 5 yıl kullanıp atarken Türk halkı onu en az 20 sene kullanır. Avrupalı “evladiyelik” kavramına yabancıdır.
Önümüzde çok tipik bir örnek var. Birkaç sene önce tekrar dolum yapılamayan ve kullanılıp atılan bir çakmak markasının reklamları yapıldı. Sahibi yabancı olan firma büyük tanıtım kampanyaları ile piyasaya girdi. Herhalde dünyada en çok sigara içilen ülkelerden olan Türkiye’yi büyük bir Pazar olarak görüyordu. Ama hesap etmediği bir şey vardı. O da toplumun tüketim modeli idi. Türk tüketicisi bu çakmağı boşaldığında atmaya kıyamamış ve altını delip supap taktırarak tekrar doldurulabilir hale getirip kullanmaya devam etmişti. Nitekim yatırımcı firma kısa süre sonra hüsranla piyasayı terk etti. Firma yöneticileri “neden böyle oldu” diye soran televizyon muhabirine kameraya şaşkın bakışları ile “Türk halkı malını atmıyor” demekle yetindiler.
Piyasada üreticilerin en çok şikayet ettikleri husus talep yetersizliği olmuştur. Tüketim toplumu olan Avrupa ülkelerinde düşünülmesi bile abes olan “eskisini getir yenisini götür” kampanyaları Avrupa tarzı modern üretim yapan Türk üreticilerinin talep yetersizliği nedeniyle içine düştükleri çaresizliğin tipik bir örneğidir.
Çünkü üreticinin asıl müşterisi kendi ülkesi halkıdır. Örneğin ABD üreticisi ürettiği malların ancak %10’unu ihraç etmekte, asıl zenginliğini kendi ülke halkı ile olan ekonomik ilişkisinden sağlamaktadır.
Talep yetersizliği, diğer adıyla daralma (deflasyon), bir ülke ekonomisi için savaşlardan ve deprem, sel, kasırga gibi tabii afetlerden çok daha yıkıcı olmaktadır. Amerika’da 1929 yılında başlayan ve sonradan bütün dünyaya yayılan ekonomik daralma ülke ekonomisi için felaket olmuştur. Bu ABD'de unutulmamış, yakın geçmişte ekonomide yine böyle daralma belirtileri baş gösterdiğinde hükümet “desteklenmiş kapitalizm” adı altında bir programı yürürlüğe koymaya hazırlanmıştır. Buna göre, her Amerikan vatandaşına hazineden karşılıksız 100 Dolar verilecek, böylece piyasadaki eksik talep ve buna bağlı daralma önlenecekti. Ama Amerikan ekonomisi bu olumsuz konjonktürü kazasız atlatabilmiş ve bu tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmamıştı.
Gelişmiş batı ekonomileri için istisnai, konjonktürel olan bu durum Türkiye ekonomisi için günlük alelade bir durumdur. Bu, Türkiye milli gelirinin neden hala üç bin dolar civarında süründüğünün en açık delilidir.
Yazımıza yine bir Osmanlı paşası olan tarihçi Ahmet Cevdet Paşa ile devam edelim. Paşa (Tarih) adlı eserinde (*)
“Bir mülkün imar ve serveti paranın kesreti ile husule gelmeyip devri ile vücuda gelir. Çünkü mamuriyet denilen şey ahalinin emeğinin semeresi olarak boş durmayıp daima çalışması ile husul bulur bir keyfiyettir. Buna dahi paranın devri sebep olduğundan devlete en mühim olan madde paranın ziyade devrettirilmesi ile ahaliyi tembellikten uzaklaştırmak olup, bu suret ilerledikçe mülkün servet ve gınası artar”
demektedir.
Yazar bir asır önceden Türk ekonomisinin içinde bulunduğu ve halen devam eden yapısal sorunu teşhis ederek, bu günkü modern ekonomiye ışık tutan ferasetiyle, özetle, zenginlik için para biriktirmeyi değil, bilakis paranın devrettirilmesini yani harcanmasını tavsiye ediyor. Şüphesiz bu harcamanın kaynağı karşılıksız olmayacak, yazıda geçtiği gibi, daha çok çalışma ile elde edilen gelire dayanacaktır. Bu da cenneti bu dünyada yaşamayı felsefe edinmiş toplumların cehti ile olur.
Diğer taraftan konunun halkın günlük hayatına yansıyan yönüyle bakarsak, toplam talepte eksik talepten kaynaklanan kırılma, üretimi optimal üretim seviyesinden aşağı çekilmeye zorlarken, toplam üretim seviyesinin olması gerekenden daha aşağılarda karar kılmasına, diğer taraftan tüketici rantı avantajının da aynı oranda düşmesine, yani hayatın daha pahalı olmasına sebep olduğu görülür.
İşte bütün bunları kaderci felsefenin günlük hayata yansımaları olarak değerlendirmek gerekir.
Konuyu makro ekonomik açıdan değerlendirirsek, sonuç :
Eksik talep, Eksik yatırım, İşsizlik, Eksik üretim, Düşük milli gelir ve Fakirlik…dir
Kısacası Türk halkı fakir olduğu için az tüketmiyor, bilakis az tükettiği için fakir oluyor.
DIŞARIDAN YAPILAN MÜDAHALELER ÇÖZÜM GETİRİR Mİ?
Toplumun üst yapısını yani hukukunu ve sosyal yapısını alt yapısı yani üretim teknolojisi ve tarzı belirler. Türkiye’de bu süreç tabii mecrasından çıkarılmış, dış müdahalelerle yapay bir yapı oluşturulmuştur. Yeterli talep ile desteklenmeyen üretim sektörü sanayi ötesi dönemi yaşayan batıdan ithal ettiği modern üretim tarzının gereği olan mevzuatı iktibas etmişse de buna uyum sağlayamamıştır. Bu iktibas tiyatro dekorunu değiştirmek gibi, gerçek hayatla ilgisi olmayan bir uğraşı oluyor. Çünkü teknolojik gelişmeye nazaran çok daha yavaş gelişen sosyal yapı henüz buna hazır değildir.
Bir örnek vermek gerekirse: İş Kanunu Alman iş kanunundan aynen iktibas edilmiştir. Ancak, iş dünyası bu kanunu 30 senelik uygulamaya rağmen bir türlü hazmedememiş, yapılan bir çok değişikliğe, çıkan ihtilafları çözmeye çalışan binlerce yargı kararına rağmen iş barışı sağlanamamış ve kanun sonunda toptan değiştirilmiştir. Bunun sebebini toplumun alt yapısı ile üst yapısı arasındaki kan uyuşmazlığında aramak gerekir. Ücret ödeyen işvereni kastederek “veren el alan elden üstündür” zihniyetini benimseyen bir toplumda sanayi ötesi batı toplumlarının işçi-işveren hukukunu uygulamak mümkün değildir.
Yani sonuçta, şimdi yapıldığı gibi Avrupa birliği ile müzakerelerin başlaması, uyum çalışmaları ile kanunlarda değişikliklerin yapılması da Türkiye’nin Avrupa’ya uyum sağlaması için çözüm değildir. Çünkü dışarıdan yapılacak müdahalelerin geleneksel yapıyı ve bunun uzantısı olan tüketim modelini değiştirmesi mümkün olamayacaktır..
SONUÇ:
Sonuç olarak Türkiye’nin Avrupa birliği yolunda en büyük handikabı piyasadaki eksik talebin ekonomik büyümesine köstek olmasıdır diyebiliriz.
Peki bu sonuçlar Türk halkı için bir kader midir?, bunun çözümü yok mudur? diye sorulursa, bizce bu sosyoekonomik problemin çözümünü yine sosyoloji ve ekonomi bilimi içinde aranmalıdır.Tabir caizse Türk halkının ezberini bozmak gerekir. Bunun için topluma tüketim toplumu alışkanlıkları kazandırılmalıdır. (2004 yılı yüzde dokuzun üzerinde gerçekleşen milli gelir ile Türkiye tarihinde bir rekor kalkınma yılı olmuştur. Bu, aldığını buldum zanneden kredi kartı kkullananların “çılgınca" olarak nitelenen hesapsız harcamalarının etkisi ile gerçekleşmiştir. Yani bu yıl Türk halkının ezberinin bozulmaya başladığı yıl olmuştur.)
ABD'nin 1929 yılında yaşadığı deflasyonun asıl sebebinin eksik talep olduğu, bunun da üretim seviyesi ile ücretler seviyesi arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı kanıtlanmıştır. Bu tecrübe ile amerikan işvereni kendi menfaati ile potansiyel alıcı olan işçilerin menfaatinin zıt değil paralel olduğunu keşfetmiş ve bundan sonra işçi ücretlerini mümkün mertebe yüksek tutmayı ekonomi politikası olarak benimsemiştir. Bu Türk müteşebbisine örnek olmalı, asgari ücret artışı görüşmeleri yapılırken gösterdiği muhalefetin, aslında bindiği dalı kesmekten öte bir anlam taşımadığını idrak etmeli, daha az kar etmeyi göze alarak, işçi ücretlerini yüksek seviyede tutmaya gayret etmelidir. Bu üretim-tüketim çarkının dönmesi için gerekli ve uzun dönemde herkesin menfaatinedir.
Diğer taraftan, özellikle hala nüfusunun yüzde kırkını kırsal kesimde yaşayan ve göçlerle şehirlere gelenek ihraç eden odaklar olarak görünen halkın teşkil ettiği bu toplumda yapısal değişikliklere gidilmeli, tarım kesimi nüfus oranını Avrupa ülkeleri seviyesine yani yüzde beşlere çekmek için mücadele edilmeli, kısa dönemde ise tarımsal üretimde verimlilik artırılmalı, özellikle tarımsal üretimdeki talep elastikiyetsizliğinin doğurduğu talep eksikliğini bertaraf etmek için tarımsal ihracat sübvansiyonlarla teşvik edilmeli, ihracat üzerindeki her türlü vergi yükü sıfırlanmalıdır. Bunun da nesiller boyu sürecek bir mücadeleyi gerektireceğini, Türkiye’nin Avrupa’ya yetişmesinin, Avrupa yerinde durmayacağına göre, çok zor hatta imkansız olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır.
………………………………………………………………………………………………………………………….
(*) Ahmet Cevdet Paşa, Tarih, cilt 3, sayfa 100
(**) DİE verileri
Not: Okuma zahmetinde bulunanların eleştirilerini bekliyorum.
Osman Erol
Ekonomist
[email protected]
19.11.2005
Ziya Paşa bir beytinde:
“İslam imiş pa bende-i terakki
Evvel yoğidi iş bu rivayet yeni çıktı”
der.
(Bu günkü dille “İslam’ın gelişmenin ayak bağı olduğu söyleniyor, evvelce yoktu bu söylenti yeni çıktı” demektir.)
Acaba “iş bu rivayetin” gerçeklik yönü var mıdır?, varsa sebebi nedir? İşte biz bu makalede bu rivayetin sosyoekonomik yönünü araştırmak ve Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda var olan pek çok meselesinin yanında, inançlarının uzantısı olan ve hiç gündeme getirilmeyen sosyoekonomik yönünü, her iki dinin ve coğrafi yapının hayatı şekillendiren yönleri ile irdelemek istedik.
Her eylem düşüncede başlar . Ekonominin ve kalkınmışlığın temelini de dünya görüşü ve felsefesi oluşturur. Hıristiyan inancına göre insanoğlu dünyaya, tıpkı dedesi Adem gibi günahkar olarak gelir. Bu nedenle günahlarından arındırılmak için doğunca yıkanır yani vaftiz edilir. Müslüman inancına göre ise tam tersi, insanoğlu dünyaya günahsız olarak gelir. Hatta toplumda bebeklere melaike gözü ile bakılır. Ama, öldüğünde, yaşarken mutlaka günaha bulaşmış olduğu kabul edilerek yıkanır (gusül abdesti aldırılır) ve öyle toprağa verilir.
Temeldeki bu inanç farkı her iki toplumu da sosyoekonomik yönden derinden etkiler. Hıristiyan Protestan inancında bir insanın zengin olması onun tanrı tarafından bağışlandığının işareti sayılır. Protestan toplumların Avrupa’da gelişmişlik, zenginlik yönünden Katolik toplumlara göre ileri olmalarının altında bu dünya görüşü yatar. Müslüman Türkiye’de ise fakirlik erdemdir, zenginlere iyi gözle bakılmaz. Çünkü “her servetin altında bir pislik yatar” inancı topluma hakimdir. “azıcık aşım dertsiz başım”, “bir lokma, bir hırka” tercihi hayat felsefesi olarak revaçtadır. “Dünya hayatı ahretin mezrasıdır”, “asıl ebedi hayat öbür dünyadadır” görüşü hakimdir.
Dinleri ve onların farklı yorumunu, tabii coğrafya ile asırlar süren mücadelenin şekillendirdiği şüphesizdir. Konuyu bu yönü ile incelersek şunu görürüz:
Avrupa bol yağışlı ve istikrarlı bir iklime sahiptir. Orada hiçbir zaman yağmur duasına çıkılmaz.( Sadece Tuna Nehrinin taşıdığı su miktarı (debi) Türkiye’nin tüm akarsularının taşıdığı suların toplamının iki katıdır). İslam coğrafyasında ise kurak ve istikrarsız bir iklim hakimdir. Tevrat’ta Mısır’da geçen 7 yıl bolluk ve bunu takip eden 7 yıl kıtlık dan ve firavunun gelecek kıtlık günleri için buğday stokladığından bahsedilir.
Türklerin yaşadığı coğrafya da bundan farksızdır. Tarihte, istikrarsız yağışların, büyük kıtlıklara, açlıktan ölümlere sebep olduğu bilinir. Bu istikrarsız iklim şartlarının İslam dininin de bölgeler itibariyle farklı yorumuna ve toplumda yarınından emin olmayan, (finalist) kaderci felsefenin oluşumuna sebep olduğu şüphesizdir.
Diğer taraftan gelişmiş batı ekonomilerinde bir plan içinde yürütülen ancak, Türkiye’de başıboş olan zirai üretim, ekonomide örümcek ağı teoremi olarak isimlendirilen ve plansız zirai üretimin sonucu olarak ortaya çıkan arz-talep istikrarsızlığı toplumda kaderci görüşün yerleşmesinde önemli etkenlerdendir.
Evlerde dükkanlarda duvarlara asılan “el rizgu alellah tevekkeltü taalallah” (Yani rızkı Allahın üzerine sayma , Allahlı vekil edip her şeyi kadere bırakma) deyimi ile açıklanan bu felsefe ekonomiyi ve hayatı şekillendiren en önemli unsur olmuştur. Mesela batı Hıristiyan ülkelerinde kalkınma için gerekli fonların en önemli kaynağı sigorta primleri olurken, Türkiye’de (şiddetli tabii afetlere rağmen) sigortacılığın bir türlü gelişememesinin ve fon yaratamamasının ardında yatan sebep bu (Allah vekil) kaderci görüştür.
Yakın zamana kadar kitlesel üretim modelinden uzak kapalı ekonomi içinde yaşayan Türk toplumunda, üretimi artırmaktan çok, tüketimi kısma eğilimi hakimdir. “işten artmaz, dişten artar”, “sakla sarı samanı gelir onun zamanı” , “Allah bereket versin”, “bereketli olsun”, peygamberin “yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” mealindeki hadisine dayanan “israf haramdır” gibi özdeyişler toplumun günlük yaşam felsefesi, hayat tarzı olmuştur. Bunu üretimdeki istikrarsızlığın yanında verimsizliğin de tüketime yansıması olarak görmek gerekir. Örneğin Fransa’da tohum ıslahıyla, dekar başına 535 kilo buğday alırken, Türkiye’de yalnızca 251 kilo alınabilmektedir.(**) Verimliliğin artması geleneksel yapıda var olan tüketimden kısma eğilimini ortadan kaldıracaktır.
Toplumdaki bu eğilim devlet organlarına da yansımış, tasarrufu teşvik tedbirleri alınmış, elektrik idaresi “en ucuz enerji tasarruf edilen enerjidir” gibi anlamsız sloganları duvarlara yazdırabilmiştir
Türk toplumunun hayat felsefesinin ekonomiye yansıyan sonuçlarını incelersek: Okuyuculara önce masalarındaki kalemliğe bakmalarını ve orada kaç tane mürekkebi tükenmiş kalem olduğunu tespit etmelerini ve bunları niçin çöpe atamadıklarını düşünmelerini öneririm. Bir Avrupalı buzdolabını en fazla 5 yıl kullanıp atarken Türk halkı onu en az 20 sene kullanır. Avrupalı “evladiyelik” kavramına yabancıdır.
Önümüzde çok tipik bir örnek var. Birkaç sene önce tekrar dolum yapılamayan ve kullanılıp atılan bir çakmak markasının reklamları yapıldı. Sahibi yabancı olan firma büyük tanıtım kampanyaları ile piyasaya girdi. Herhalde dünyada en çok sigara içilen ülkelerden olan Türkiye’yi büyük bir Pazar olarak görüyordu. Ama hesap etmediği bir şey vardı. O da toplumun tüketim modeli idi. Türk tüketicisi bu çakmağı boşaldığında atmaya kıyamamış ve altını delip supap taktırarak tekrar doldurulabilir hale getirip kullanmaya devam etmişti. Nitekim yatırımcı firma kısa süre sonra hüsranla piyasayı terk etti. Firma yöneticileri “neden böyle oldu” diye soran televizyon muhabirine kameraya şaşkın bakışları ile “Türk halkı malını atmıyor” demekle yetindiler.
Piyasada üreticilerin en çok şikayet ettikleri husus talep yetersizliği olmuştur. Tüketim toplumu olan Avrupa ülkelerinde düşünülmesi bile abes olan “eskisini getir yenisini götür” kampanyaları Avrupa tarzı modern üretim yapan Türk üreticilerinin talep yetersizliği nedeniyle içine düştükleri çaresizliğin tipik bir örneğidir.
Çünkü üreticinin asıl müşterisi kendi ülkesi halkıdır. Örneğin ABD üreticisi ürettiği malların ancak %10’unu ihraç etmekte, asıl zenginliğini kendi ülke halkı ile olan ekonomik ilişkisinden sağlamaktadır.
Talep yetersizliği, diğer adıyla daralma (deflasyon), bir ülke ekonomisi için savaşlardan ve deprem, sel, kasırga gibi tabii afetlerden çok daha yıkıcı olmaktadır. Amerika’da 1929 yılında başlayan ve sonradan bütün dünyaya yayılan ekonomik daralma ülke ekonomisi için felaket olmuştur. Bu ABD'de unutulmamış, yakın geçmişte ekonomide yine böyle daralma belirtileri baş gösterdiğinde hükümet “desteklenmiş kapitalizm” adı altında bir programı yürürlüğe koymaya hazırlanmıştır. Buna göre, her Amerikan vatandaşına hazineden karşılıksız 100 Dolar verilecek, böylece piyasadaki eksik talep ve buna bağlı daralma önlenecekti. Ama Amerikan ekonomisi bu olumsuz konjonktürü kazasız atlatabilmiş ve bu tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmamıştı.
Gelişmiş batı ekonomileri için istisnai, konjonktürel olan bu durum Türkiye ekonomisi için günlük alelade bir durumdur. Bu, Türkiye milli gelirinin neden hala üç bin dolar civarında süründüğünün en açık delilidir.
Yazımıza yine bir Osmanlı paşası olan tarihçi Ahmet Cevdet Paşa ile devam edelim. Paşa (Tarih) adlı eserinde (*)
“Bir mülkün imar ve serveti paranın kesreti ile husule gelmeyip devri ile vücuda gelir. Çünkü mamuriyet denilen şey ahalinin emeğinin semeresi olarak boş durmayıp daima çalışması ile husul bulur bir keyfiyettir. Buna dahi paranın devri sebep olduğundan devlete en mühim olan madde paranın ziyade devrettirilmesi ile ahaliyi tembellikten uzaklaştırmak olup, bu suret ilerledikçe mülkün servet ve gınası artar”
demektedir.
Yazar bir asır önceden Türk ekonomisinin içinde bulunduğu ve halen devam eden yapısal sorunu teşhis ederek, bu günkü modern ekonomiye ışık tutan ferasetiyle, özetle, zenginlik için para biriktirmeyi değil, bilakis paranın devrettirilmesini yani harcanmasını tavsiye ediyor. Şüphesiz bu harcamanın kaynağı karşılıksız olmayacak, yazıda geçtiği gibi, daha çok çalışma ile elde edilen gelire dayanacaktır. Bu da cenneti bu dünyada yaşamayı felsefe edinmiş toplumların cehti ile olur.
Diğer taraftan konunun halkın günlük hayatına yansıyan yönüyle bakarsak, toplam talepte eksik talepten kaynaklanan kırılma, üretimi optimal üretim seviyesinden aşağı çekilmeye zorlarken, toplam üretim seviyesinin olması gerekenden daha aşağılarda karar kılmasına, diğer taraftan tüketici rantı avantajının da aynı oranda düşmesine, yani hayatın daha pahalı olmasına sebep olduğu görülür.
İşte bütün bunları kaderci felsefenin günlük hayata yansımaları olarak değerlendirmek gerekir.
Konuyu makro ekonomik açıdan değerlendirirsek, sonuç :
Eksik talep, Eksik yatırım, İşsizlik, Eksik üretim, Düşük milli gelir ve Fakirlik…dir
Kısacası Türk halkı fakir olduğu için az tüketmiyor, bilakis az tükettiği için fakir oluyor.
DIŞARIDAN YAPILAN MÜDAHALELER ÇÖZÜM GETİRİR Mİ?
Toplumun üst yapısını yani hukukunu ve sosyal yapısını alt yapısı yani üretim teknolojisi ve tarzı belirler. Türkiye’de bu süreç tabii mecrasından çıkarılmış, dış müdahalelerle yapay bir yapı oluşturulmuştur. Yeterli talep ile desteklenmeyen üretim sektörü sanayi ötesi dönemi yaşayan batıdan ithal ettiği modern üretim tarzının gereği olan mevzuatı iktibas etmişse de buna uyum sağlayamamıştır. Bu iktibas tiyatro dekorunu değiştirmek gibi, gerçek hayatla ilgisi olmayan bir uğraşı oluyor. Çünkü teknolojik gelişmeye nazaran çok daha yavaş gelişen sosyal yapı henüz buna hazır değildir.
Bir örnek vermek gerekirse: İş Kanunu Alman iş kanunundan aynen iktibas edilmiştir. Ancak, iş dünyası bu kanunu 30 senelik uygulamaya rağmen bir türlü hazmedememiş, yapılan bir çok değişikliğe, çıkan ihtilafları çözmeye çalışan binlerce yargı kararına rağmen iş barışı sağlanamamış ve kanun sonunda toptan değiştirilmiştir. Bunun sebebini toplumun alt yapısı ile üst yapısı arasındaki kan uyuşmazlığında aramak gerekir. Ücret ödeyen işvereni kastederek “veren el alan elden üstündür” zihniyetini benimseyen bir toplumda sanayi ötesi batı toplumlarının işçi-işveren hukukunu uygulamak mümkün değildir.
Yani sonuçta, şimdi yapıldığı gibi Avrupa birliği ile müzakerelerin başlaması, uyum çalışmaları ile kanunlarda değişikliklerin yapılması da Türkiye’nin Avrupa’ya uyum sağlaması için çözüm değildir. Çünkü dışarıdan yapılacak müdahalelerin geleneksel yapıyı ve bunun uzantısı olan tüketim modelini değiştirmesi mümkün olamayacaktır..
SONUÇ:
Sonuç olarak Türkiye’nin Avrupa birliği yolunda en büyük handikabı piyasadaki eksik talebin ekonomik büyümesine köstek olmasıdır diyebiliriz.
Peki bu sonuçlar Türk halkı için bir kader midir?, bunun çözümü yok mudur? diye sorulursa, bizce bu sosyoekonomik problemin çözümünü yine sosyoloji ve ekonomi bilimi içinde aranmalıdır.Tabir caizse Türk halkının ezberini bozmak gerekir. Bunun için topluma tüketim toplumu alışkanlıkları kazandırılmalıdır. (2004 yılı yüzde dokuzun üzerinde gerçekleşen milli gelir ile Türkiye tarihinde bir rekor kalkınma yılı olmuştur. Bu, aldığını buldum zanneden kredi kartı kkullananların “çılgınca" olarak nitelenen hesapsız harcamalarının etkisi ile gerçekleşmiştir. Yani bu yıl Türk halkının ezberinin bozulmaya başladığı yıl olmuştur.)
ABD'nin 1929 yılında yaşadığı deflasyonun asıl sebebinin eksik talep olduğu, bunun da üretim seviyesi ile ücretler seviyesi arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı kanıtlanmıştır. Bu tecrübe ile amerikan işvereni kendi menfaati ile potansiyel alıcı olan işçilerin menfaatinin zıt değil paralel olduğunu keşfetmiş ve bundan sonra işçi ücretlerini mümkün mertebe yüksek tutmayı ekonomi politikası olarak benimsemiştir. Bu Türk müteşebbisine örnek olmalı, asgari ücret artışı görüşmeleri yapılırken gösterdiği muhalefetin, aslında bindiği dalı kesmekten öte bir anlam taşımadığını idrak etmeli, daha az kar etmeyi göze alarak, işçi ücretlerini yüksek seviyede tutmaya gayret etmelidir. Bu üretim-tüketim çarkının dönmesi için gerekli ve uzun dönemde herkesin menfaatinedir.
Diğer taraftan, özellikle hala nüfusunun yüzde kırkını kırsal kesimde yaşayan ve göçlerle şehirlere gelenek ihraç eden odaklar olarak görünen halkın teşkil ettiği bu toplumda yapısal değişikliklere gidilmeli, tarım kesimi nüfus oranını Avrupa ülkeleri seviyesine yani yüzde beşlere çekmek için mücadele edilmeli, kısa dönemde ise tarımsal üretimde verimlilik artırılmalı, özellikle tarımsal üretimdeki talep elastikiyetsizliğinin doğurduğu talep eksikliğini bertaraf etmek için tarımsal ihracat sübvansiyonlarla teşvik edilmeli, ihracat üzerindeki her türlü vergi yükü sıfırlanmalıdır. Bunun da nesiller boyu sürecek bir mücadeleyi gerektireceğini, Türkiye’nin Avrupa’ya yetişmesinin, Avrupa yerinde durmayacağına göre, çok zor hatta imkansız olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır.
………………………………………………………………………………………………………………………….
(*) Ahmet Cevdet Paşa, Tarih, cilt 3, sayfa 100
(**) DİE verileri
Not: Okuma zahmetinde bulunanların eleştirilerini bekliyorum.