merhabalar sayın forum üyeleri
acaba Vanda yaşadığımız rektör davasını sizce nasıl buluyorsunuz
bu konuyu inanın bu güne kadar neden oldu bilmiyoprdum daha sonra aldığım bir mail beni bilgilendirdi ve hakta vermedim değil yani yazıyabuyryn birde sizler okuyun arkadaşlar
bu yazılar alıntıdır arkadaşlar
Cumhuriyetçiyim, laikim, istediğimi yaparım!
Son günlerde gündemi yoğun şekilde meşgul eden Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın tutuklanması olayı birçok açıdan üzerinde düşünülmeye değer kareler bıraktı zihinlerimizde.
Prof. Dr. Yücel Aşkın hakkında 25 milyon dolarlık tıbbi alım ihalesine fesat karıştırmak ve çıkar amaçlı suç örgütü kurmak suçlarından dolayı soruşturma başlatılmış ve bu soruşturma kapsamında tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Hukukun üstünlüğünü ilke olarak kabul etmiş bir ülkede bu durum gayet normal karşılanmalı iken başta YÖK olmak üzere birçok kurum bu girişimin hükümetin bir komplosu olduğunu, Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın Cumhuriyetçi olmasından dolayı diyet ödediğini iddia ettiler. Öncelikle şunu belirtelim ki Prof. Dr. Yücel Aşkın hakkında devam eden yargılama sonucunda suçlu olup olmadığı ortaya çıkacak, hakkındaki suçlamaların doğru olup olmadığı henüz belli değil; ancak bir kişinin hakkında soruşturma açılması için yasalarımızın öngördüğü kriter kuvvetli şüphenin varlığıdır.
Peki suçlamaların dayandığı olayların içeriği neydi ki soruşturmayı yürüten savcıda kuvvetli şüphe oluştu ve bu süreç başladı. Mesela ihaleye fesat karıştırmak; acaba gerçekten böyle bir şey var mı? Olay hakkında basına yansıyan bilgilere göre 25 milyon dolarlık bir tıbbi alım esnasında teklif veren Ren-Med adlı şirket ihaleyi kazanan İspanyol şirketine göre % 300’e varan ucuzlukta ve aynı kalitede ürün verebileceğini komisyona iletmiş olmasına rağmen ihaleyi kazanamamış, dahası ihale sonrası teslim edilmesi gereken mallar yerine daha ucuz başka marka mallar teslim edilmiş ve buna itiraz edilmemiş. Bu arada Danıştay ihaleyi incelemeye almış ve ihale komisyonu hakkında soruşturma izni istemiş; ancak rektör tarafından gerekli izin verilmemiş, buna rağmen ihale komisyonu üyeleri üniversite içerisinde hızla yükselmiş. Tüm bunlar Danıştay 2. Dairesi’nin 2004/55 sayılı kararıyla tespit edilmiş.
Yolsuzlukları savunmaya ‘cumhuriyet kılıfı’
Ayrıca sayın rektörün üniversitedeki icraatları bunlardan ibaret değil, bir petrol şirketinden hibe yolu ile edinilen lüks bir otomobili makam aracı yapıyor, üniversitenin verdiği aracı ise eşinin özel hizmetine tahsis ediyor, tahsis edilenler bununla sınırlı değil, üniversite personellerinden bazıları da eşinin ve kendisinin özel hizmetine alınıyor. Ve tabii ki birtakım bilimsel çalışmalar için yurtdışı ziyaretleri yapılıyor. Aile efradı ve eş dostun da katıldığı bu geziler gidilen ülkedeki festivallere, özel günlere denk geliyor hep, basına yansıyan ve burada ifade etme lüzumu görmediğim daha birçok usulsüzlük iddiası var sayın rektör hakkında. Tabii bütün bunlar savcının kafasında kuvvetli şüpheyi uyandırmış olacak ki hakkında soruşturma başlatıldı. Ancak daha önce de dediğim gibi şu anda suçluluğu hakkında bir şey söyleyemeyiz, suçlu olup olmadığı davanın neticesinde ortaya çıkacaktır.
Fakat sorgulanması gereken daha önemli bir mesele var, o da sayın rektörün hukuka aykırılığı öngörülebilecek bunca eylem ve işlemi hiç tereddütsüz nasıl yapabildiğidir. Hangi güç arkasına sığınmıştır ki bir gün bu işlemlerinden dolayı kendisine kimsenin hesap soramayacağını düşünmektedir. Acaba sayın rektör, irtica ile mücadele eden bir cumhuriyetçi olduğundan hareketle yaptığı bu yanlışlıkların mazur görüleceğini düşünmüş olabilir mi? Öyle ya kurumunda o kadar bilim adamını irticacı diye fişleyip sürgün etmiştir, öğrencilere karşı dinci veya değil diye ayırım yapmıştır, güya cumhuriyetçilere mevki makam vermiştir ve onların her türlü yanlışına göz yummuştur, canım bütün bunlara rağmen kendisine ancak madalya takılmalıdır, başka bir karşılık beklenmemelidir. Bu düşünüş sayın rektörün bu kadar rahat davranmasına neden olmuş olabilir mi? Yine başta İnönü Üniversitesi’nde ve 19 Mayıs Üniversitesi’nde olmak üzere birçok üniversitede yaşananların arkasında da bu düşünüş olabilir mi? Peki bu yaşananlar bir bir ortaya çıkmaya başladığında sırf benim gibi düşünüyor, irtica ile mücadele ediyor gibi gerekçelerin arkasına sığınarak bu kişilere sahip çıkmak hatta sorunu Cumhuriyet’i savunmakla eşdeğer tutmak Cumhuriyet’in hangi ilkesi ile bağdaşır, hangi mantıklı kafanın yapacağı iştir. Bunu anlamak da gerçekten çok zor görünmektedir. Acaba bu savunmayı yapanlar bu değerlere sığınarak yapılan birçok yolsuzluğun ve çirkinliğin bir seylap gibi ortalığı kaplayacağından korkuyor olabilirler mi? Kısaca Cumhuriyetçiyim, laikim, istediğimi yaparım gibi bir bilinçaltı gerçeği var karşımızda. Evet ne yazık ki kral çıplak, kimselerin sorgulamaya cesaret edemediği bu kalkan arkasında olmak birilerinin işine geliyor.
Yargıya hiç bu kadar gözdağı verilmemişti
Bu bağlamda YÖK, Barolar Birliği ve birçok kuruluşun tepkilerini anlamak mümkün olacaktır. Avrupa Birliği ile müzakerelerin başladığı şu günlerde yolsuzlukla mücadele biraz daha önemli hale gelmiştir. Zira müzakere edilmesi gereken konulardan birisi de yolsuzlukla mücadeledir. Artık hiç kimse birtakım dokunulmazların arkasına sığınarak yolsuzluk yapamayacaktır, gerekirse o kalkanların arkasından çıkarılmak suretiyle mahkeme önüne geleceklerdir. Böyle kişilere sahip çıkmak, ortalığı ayağa kaldırmak, topluca mitinge gider gibi kapıları aşındırmak da fayda etmeyecektir. Ancak AB sürecinde biraz daha hızlanan yolsuzlukla mücadele hamlesi artık bu dokunulmaz kalkanların arkasına sığınarak bu işi yapanları da kapsayacak şekilde büyüyerek devam etmektedir ve etmelidir. Ülkemizde bu hamleyi omuzlayacak yeterlilikte hakim ve savcılar vardır. Onlar hiçbir kurum ve güçten etkilenmeden bağımsız bir meslek icra etmenin onuru ile yollarına devam edeceklerdir. Uluslararası saydamlık örgütünün düzenli olarak açıkladığı yolsuzlukla mücadele listesinde Türkiye’nin 8 basamak yukarı çıkması da bunun bir göstergesidir. Artık bu yükseliş durmaksızın devam edecektir. Bu, aydınlık bir Türkiye’nin de teminatıdır. Bugün bir apartman kapıcısının yanıma yaklaşarak bana şunları söylemesi beni çok şaşırttı. Kapıcı aynen şöyle diyordu: “Abi eğer hükümet 3 Ekim’de müzakere tarihi almamış olsaydı bu YÖK suni bir rejim tartışması ile bu hükümeti devirirdi?” Bir kahkaha attım ve yok canım daha neler, diyerek yanından ayrıldım. Yok canım daha neler...
HAYRETTİN AÇIKGÖZ
HUKUK VE YAŞAM DERNEĞİ GENEL BAŞKANI
23.10.2005
*********************************************************************************
YÖK tarihî bir hata yaptı
Önce neler olduğunu hatırlayalım: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın evine ve ofisine baskın düzenlendi. Elde edilen bilgi ve belgeler savcılığa teslim edildi; savcılık bir iddianame hazırladı, avukatlar savunma yaptı ve hâkim tutuklama kararı verdi. Avukatlar karara itiraz etti, mahkeme başvuruyu reddetti. Suçlamalar ağır.
İşte tam bu noktada YÖK, harekete geçti ve kızılca kıyamet koptu. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, bugüne kadar çizmeye çalıştığı ağırbaşlı imajı bir kenara bırakarak hakkında ‘çıkar amaçlı suç örgütü kurmak’, ‘tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak’ gibi suçlamalar yapılan bir rektöre sahip çıktı. Üstelik meseleyi akla hayale sığmaz bir çizgiye çekerek Türkiye’yi bir ateşin içine attı. ‘Rektör Yücel Aşkın’a sahip çıkmak Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır.’ diyor Teziç. İnanılır gibi değil! Ortada düşünce özgürlüğünü tehdit eden bir durum olsa; ya da bilim ve araştırma hürriyetini kısıtlayıcı bir baskı olsa, o zaman Teziç’in bu tavrını ayakta alkışlamak gerekir. Ne gezer! Rektör Bey’in durumu kuşku uyandırıyor. Mesela 5 lojmanda 6 çelik kasa bulundurur mu bir bilim adamı? Üniversitenin başında bulunan bir kişinin tarihi eser kaçakçılığı suçlamasına muhatap olması düşündürücü değil mi? Kabul etmek gerekir ki YÖK, tarihinin en büyük hatasını yaparak yargıya müdahale etti; üstelik şeffaflık esasına dayanan cumhuriyeti kullanarak.
İdeolojik bir gazete ile YÖK’ün aynı üslubu kullanması komik durumlar da çıkardı ortaya. Mesela marjinal sol bir gazete, minder dışına kaçabilmek için işi ta Bediüzzaman Said Nursi’ye kadar götürdü. Neymiş? Bediüzzaman, Medrese tüz Zehra diye bir üniversite hayal ediyormuş da, bunun mekânı Van şehriymiş de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde o yüzden bir hareketlenme varmış da... İnsanın ‘İyi de kardeşim, bütün bunların menfaat temin etme, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma gibi ağır suçlamalarla ne ilgisi olabilir?’ diyesi geliyor. Bu arada savunma makamı, sorunu adliyede çözeceğine bazı gazeteler üzerinden müdafaa yolunu seçiyor. Mesela ‘bilirkişi’ diye bir isim ortaya atılıyor ve fatura bu kişiye (Sedef Er) çıkarılıyor. Sonra anlaşılıyor ki Er, bilirkişi değil; tasnif memuru olarak çalışan biri. Suçlanmasına neden olan olay da iddianamede bahsi geçen 25 milyon dolarlık tıbbi cihaz alımındaki usulsüzlüğe imza atmamış olması. Zaten o günden sonra ‘başarısız’ ilan edilip görevinden alınmış. Oysa Rektör Bey o güne kadar başarılarından dolayı Sedef Hanım’a teşekkür ve takdir belgeleri vermiş.
Rektör suçsuz olamaz mı?
Peki, Rektör Bey suçsuz olamaz mı? Tabii ki masum olabilir. Zaten bir insan hakkında mahkeme kesin bir hüküm vermedikçe o insan suçsuz kabul edilir. YÖK’ün tavrı bu açıdan da ayıptır. Madem Aşkın’a çok güveniyorsunuz, bırakın Rektör Bey kendini aklasın! Adalet mekanizması üzerinde baskı kurmak vahim bir hatadır. Ortada ifade özgürlüğünü zedeleyecek bir durum varmış gibi meseleyi rejim tartışması haline getirmek YÖK’ün bütün inandırıcılığını yok ediyor. Hatta YÖK üyeleri farkında mı bilinmez; ancak halk sokakta şunu soruyor: Van’daki yolsuzluk iddiasına bu kadar tepki veren YÖK, acaba benzer soruşturmalardan mı çekiniyor? Nerede kaldı temiz toplum söylemleri!
Üniversiteler etrafında oluşan istifhamlara maalesef YÖK’ün kendisi sebep oluyor; çünkü yöneticileri panik içinde hareket ediyor. Basının bir kısmı da bu imajı pekiştirecek şekilde YÖK’e destek veriyor. Dün Cumhuriyet, ‘Akademik destek’ manşetini kullanmıştı. Sanırsınız akademik bir faaliyet var ortada...
Van’da halk YÖK heyetini protesto etmiş. Anadolu’nun hangi asude kentine gitseler benzer bir tepkiyi bulacaklar. Çünkü YÖK’ün bilim özgürlüğü konusundaki cılız duruşunu biliyor vatandaş. O yüzden şimdiki sert tavra bir mana veremiyor. Daha kısa bir süre önce bir üniversitede yapılması düşünülen bir konferans önce tehir edildi sonra yasaklandı. Dünyaya rezil olma durumu ortaya çıkınca konferans apar topar başka bir üniversiteye alındı. Bütün bunlar olurken YÖK’ün ne dediğini hatırlayan var mı? Söz konusu ‘utanç verici suçlar’ olunca mı YÖK eylemci olmayı hatırlıyor?
YÖK; Türk Silahlı Kuvvetleri’ni örnek almalı
Bir de şöyle düşünelim: Rektör Bey, sağcı, muhafazakâr kimliğiyle tanınan bir adam olsun ve bu adam Aşkın’ın muhatap olduğu suçlamalara muhatap olsun; YÖK bu kadar keskin bir destek verir miydi, basın bu kadar yanında ya da ortada olur muydu? Kimse kimseyi kandırmasın; ortaya konan tepkiler, aşiret dayanışmasını çağrıştırıyor. Olacak şey mi Adalet Bakanı’nın makamına baskın düzenlercesine gitmek, yargıyı baskı altına almak, tuhaf ittifaklar kurmak?
Türkiye demokratikleşmek, şeffaflaşmak zorunda. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son dönemde ortaya koyduğu yürekliliği YÖK gösteremiyor. Medya da bu yanlışın üzerine yeterince gidemiyor. Düşünün, en üst düzeyde görev yapmış bir komutan, eşi ve çocuğuyla kameralar karşısında yargılandı da ne Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten; ne de kuvvet komutanlarından yargıyı etkileyecek en küçük bir ihsas-ı rey işitilmedi. Hatta bazı haberlere göre yargı sürecini Özkök Paşa bizzat başlatmıştı. YÖK’ün de aynı erdemi göstermesi gerekirdi. Bu erdemli davranış YÖK’ü zayıflatmaz; aksine daha güvenilir bir kurum haline getirirdi. Oysa onlar meseleye korumacılık güdüsüyle yaklaştı ve tarihî bir hata yaptı. Bu tarz yaklaşımlardan üniversitelerimiz yara alır. Rektör Aşkın’ın kendini aklama yolu mahkemelerden geçiyor; YÖK ya da medya ile ittifak kurmaktan değil. Başka türlü yolsuzluğun hakkından gelmek, şeffaf bir toplum inşa etmek mümkün değil...
24.10.2005 – EKREM DUMANLI
acaba Vanda yaşadığımız rektör davasını sizce nasıl buluyorsunuz
bu konuyu inanın bu güne kadar neden oldu bilmiyoprdum daha sonra aldığım bir mail beni bilgilendirdi ve hakta vermedim değil yani yazıyabuyryn birde sizler okuyun arkadaşlar
bu yazılar alıntıdır arkadaşlar
Cumhuriyetçiyim, laikim, istediğimi yaparım!
Son günlerde gündemi yoğun şekilde meşgul eden Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın tutuklanması olayı birçok açıdan üzerinde düşünülmeye değer kareler bıraktı zihinlerimizde.
Prof. Dr. Yücel Aşkın hakkında 25 milyon dolarlık tıbbi alım ihalesine fesat karıştırmak ve çıkar amaçlı suç örgütü kurmak suçlarından dolayı soruşturma başlatılmış ve bu soruşturma kapsamında tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Hukukun üstünlüğünü ilke olarak kabul etmiş bir ülkede bu durum gayet normal karşılanmalı iken başta YÖK olmak üzere birçok kurum bu girişimin hükümetin bir komplosu olduğunu, Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın Cumhuriyetçi olmasından dolayı diyet ödediğini iddia ettiler. Öncelikle şunu belirtelim ki Prof. Dr. Yücel Aşkın hakkında devam eden yargılama sonucunda suçlu olup olmadığı ortaya çıkacak, hakkındaki suçlamaların doğru olup olmadığı henüz belli değil; ancak bir kişinin hakkında soruşturma açılması için yasalarımızın öngördüğü kriter kuvvetli şüphenin varlığıdır.
Peki suçlamaların dayandığı olayların içeriği neydi ki soruşturmayı yürüten savcıda kuvvetli şüphe oluştu ve bu süreç başladı. Mesela ihaleye fesat karıştırmak; acaba gerçekten böyle bir şey var mı? Olay hakkında basına yansıyan bilgilere göre 25 milyon dolarlık bir tıbbi alım esnasında teklif veren Ren-Med adlı şirket ihaleyi kazanan İspanyol şirketine göre % 300’e varan ucuzlukta ve aynı kalitede ürün verebileceğini komisyona iletmiş olmasına rağmen ihaleyi kazanamamış, dahası ihale sonrası teslim edilmesi gereken mallar yerine daha ucuz başka marka mallar teslim edilmiş ve buna itiraz edilmemiş. Bu arada Danıştay ihaleyi incelemeye almış ve ihale komisyonu hakkında soruşturma izni istemiş; ancak rektör tarafından gerekli izin verilmemiş, buna rağmen ihale komisyonu üyeleri üniversite içerisinde hızla yükselmiş. Tüm bunlar Danıştay 2. Dairesi’nin 2004/55 sayılı kararıyla tespit edilmiş.
Yolsuzlukları savunmaya ‘cumhuriyet kılıfı’
Ayrıca sayın rektörün üniversitedeki icraatları bunlardan ibaret değil, bir petrol şirketinden hibe yolu ile edinilen lüks bir otomobili makam aracı yapıyor, üniversitenin verdiği aracı ise eşinin özel hizmetine tahsis ediyor, tahsis edilenler bununla sınırlı değil, üniversite personellerinden bazıları da eşinin ve kendisinin özel hizmetine alınıyor. Ve tabii ki birtakım bilimsel çalışmalar için yurtdışı ziyaretleri yapılıyor. Aile efradı ve eş dostun da katıldığı bu geziler gidilen ülkedeki festivallere, özel günlere denk geliyor hep, basına yansıyan ve burada ifade etme lüzumu görmediğim daha birçok usulsüzlük iddiası var sayın rektör hakkında. Tabii bütün bunlar savcının kafasında kuvvetli şüpheyi uyandırmış olacak ki hakkında soruşturma başlatıldı. Ancak daha önce de dediğim gibi şu anda suçluluğu hakkında bir şey söyleyemeyiz, suçlu olup olmadığı davanın neticesinde ortaya çıkacaktır.
Fakat sorgulanması gereken daha önemli bir mesele var, o da sayın rektörün hukuka aykırılığı öngörülebilecek bunca eylem ve işlemi hiç tereddütsüz nasıl yapabildiğidir. Hangi güç arkasına sığınmıştır ki bir gün bu işlemlerinden dolayı kendisine kimsenin hesap soramayacağını düşünmektedir. Acaba sayın rektör, irtica ile mücadele eden bir cumhuriyetçi olduğundan hareketle yaptığı bu yanlışlıkların mazur görüleceğini düşünmüş olabilir mi? Öyle ya kurumunda o kadar bilim adamını irticacı diye fişleyip sürgün etmiştir, öğrencilere karşı dinci veya değil diye ayırım yapmıştır, güya cumhuriyetçilere mevki makam vermiştir ve onların her türlü yanlışına göz yummuştur, canım bütün bunlara rağmen kendisine ancak madalya takılmalıdır, başka bir karşılık beklenmemelidir. Bu düşünüş sayın rektörün bu kadar rahat davranmasına neden olmuş olabilir mi? Yine başta İnönü Üniversitesi’nde ve 19 Mayıs Üniversitesi’nde olmak üzere birçok üniversitede yaşananların arkasında da bu düşünüş olabilir mi? Peki bu yaşananlar bir bir ortaya çıkmaya başladığında sırf benim gibi düşünüyor, irtica ile mücadele ediyor gibi gerekçelerin arkasına sığınarak bu kişilere sahip çıkmak hatta sorunu Cumhuriyet’i savunmakla eşdeğer tutmak Cumhuriyet’in hangi ilkesi ile bağdaşır, hangi mantıklı kafanın yapacağı iştir. Bunu anlamak da gerçekten çok zor görünmektedir. Acaba bu savunmayı yapanlar bu değerlere sığınarak yapılan birçok yolsuzluğun ve çirkinliğin bir seylap gibi ortalığı kaplayacağından korkuyor olabilirler mi? Kısaca Cumhuriyetçiyim, laikim, istediğimi yaparım gibi bir bilinçaltı gerçeği var karşımızda. Evet ne yazık ki kral çıplak, kimselerin sorgulamaya cesaret edemediği bu kalkan arkasında olmak birilerinin işine geliyor.
Yargıya hiç bu kadar gözdağı verilmemişti
Bu bağlamda YÖK, Barolar Birliği ve birçok kuruluşun tepkilerini anlamak mümkün olacaktır. Avrupa Birliği ile müzakerelerin başladığı şu günlerde yolsuzlukla mücadele biraz daha önemli hale gelmiştir. Zira müzakere edilmesi gereken konulardan birisi de yolsuzlukla mücadeledir. Artık hiç kimse birtakım dokunulmazların arkasına sığınarak yolsuzluk yapamayacaktır, gerekirse o kalkanların arkasından çıkarılmak suretiyle mahkeme önüne geleceklerdir. Böyle kişilere sahip çıkmak, ortalığı ayağa kaldırmak, topluca mitinge gider gibi kapıları aşındırmak da fayda etmeyecektir. Ancak AB sürecinde biraz daha hızlanan yolsuzlukla mücadele hamlesi artık bu dokunulmaz kalkanların arkasına sığınarak bu işi yapanları da kapsayacak şekilde büyüyerek devam etmektedir ve etmelidir. Ülkemizde bu hamleyi omuzlayacak yeterlilikte hakim ve savcılar vardır. Onlar hiçbir kurum ve güçten etkilenmeden bağımsız bir meslek icra etmenin onuru ile yollarına devam edeceklerdir. Uluslararası saydamlık örgütünün düzenli olarak açıkladığı yolsuzlukla mücadele listesinde Türkiye’nin 8 basamak yukarı çıkması da bunun bir göstergesidir. Artık bu yükseliş durmaksızın devam edecektir. Bu, aydınlık bir Türkiye’nin de teminatıdır. Bugün bir apartman kapıcısının yanıma yaklaşarak bana şunları söylemesi beni çok şaşırttı. Kapıcı aynen şöyle diyordu: “Abi eğer hükümet 3 Ekim’de müzakere tarihi almamış olsaydı bu YÖK suni bir rejim tartışması ile bu hükümeti devirirdi?” Bir kahkaha attım ve yok canım daha neler, diyerek yanından ayrıldım. Yok canım daha neler...
HAYRETTİN AÇIKGÖZ
HUKUK VE YAŞAM DERNEĞİ GENEL BAŞKANI
23.10.2005
*********************************************************************************
YÖK tarihî bir hata yaptı
Önce neler olduğunu hatırlayalım: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın evine ve ofisine baskın düzenlendi. Elde edilen bilgi ve belgeler savcılığa teslim edildi; savcılık bir iddianame hazırladı, avukatlar savunma yaptı ve hâkim tutuklama kararı verdi. Avukatlar karara itiraz etti, mahkeme başvuruyu reddetti. Suçlamalar ağır.
İşte tam bu noktada YÖK, harekete geçti ve kızılca kıyamet koptu. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, bugüne kadar çizmeye çalıştığı ağırbaşlı imajı bir kenara bırakarak hakkında ‘çıkar amaçlı suç örgütü kurmak’, ‘tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak’ gibi suçlamalar yapılan bir rektöre sahip çıktı. Üstelik meseleyi akla hayale sığmaz bir çizgiye çekerek Türkiye’yi bir ateşin içine attı. ‘Rektör Yücel Aşkın’a sahip çıkmak Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır.’ diyor Teziç. İnanılır gibi değil! Ortada düşünce özgürlüğünü tehdit eden bir durum olsa; ya da bilim ve araştırma hürriyetini kısıtlayıcı bir baskı olsa, o zaman Teziç’in bu tavrını ayakta alkışlamak gerekir. Ne gezer! Rektör Bey’in durumu kuşku uyandırıyor. Mesela 5 lojmanda 6 çelik kasa bulundurur mu bir bilim adamı? Üniversitenin başında bulunan bir kişinin tarihi eser kaçakçılığı suçlamasına muhatap olması düşündürücü değil mi? Kabul etmek gerekir ki YÖK, tarihinin en büyük hatasını yaparak yargıya müdahale etti; üstelik şeffaflık esasına dayanan cumhuriyeti kullanarak.
İdeolojik bir gazete ile YÖK’ün aynı üslubu kullanması komik durumlar da çıkardı ortaya. Mesela marjinal sol bir gazete, minder dışına kaçabilmek için işi ta Bediüzzaman Said Nursi’ye kadar götürdü. Neymiş? Bediüzzaman, Medrese tüz Zehra diye bir üniversite hayal ediyormuş da, bunun mekânı Van şehriymiş de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde o yüzden bir hareketlenme varmış da... İnsanın ‘İyi de kardeşim, bütün bunların menfaat temin etme, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma gibi ağır suçlamalarla ne ilgisi olabilir?’ diyesi geliyor. Bu arada savunma makamı, sorunu adliyede çözeceğine bazı gazeteler üzerinden müdafaa yolunu seçiyor. Mesela ‘bilirkişi’ diye bir isim ortaya atılıyor ve fatura bu kişiye (Sedef Er) çıkarılıyor. Sonra anlaşılıyor ki Er, bilirkişi değil; tasnif memuru olarak çalışan biri. Suçlanmasına neden olan olay da iddianamede bahsi geçen 25 milyon dolarlık tıbbi cihaz alımındaki usulsüzlüğe imza atmamış olması. Zaten o günden sonra ‘başarısız’ ilan edilip görevinden alınmış. Oysa Rektör Bey o güne kadar başarılarından dolayı Sedef Hanım’a teşekkür ve takdir belgeleri vermiş.
Rektör suçsuz olamaz mı?
Peki, Rektör Bey suçsuz olamaz mı? Tabii ki masum olabilir. Zaten bir insan hakkında mahkeme kesin bir hüküm vermedikçe o insan suçsuz kabul edilir. YÖK’ün tavrı bu açıdan da ayıptır. Madem Aşkın’a çok güveniyorsunuz, bırakın Rektör Bey kendini aklasın! Adalet mekanizması üzerinde baskı kurmak vahim bir hatadır. Ortada ifade özgürlüğünü zedeleyecek bir durum varmış gibi meseleyi rejim tartışması haline getirmek YÖK’ün bütün inandırıcılığını yok ediyor. Hatta YÖK üyeleri farkında mı bilinmez; ancak halk sokakta şunu soruyor: Van’daki yolsuzluk iddiasına bu kadar tepki veren YÖK, acaba benzer soruşturmalardan mı çekiniyor? Nerede kaldı temiz toplum söylemleri!
Üniversiteler etrafında oluşan istifhamlara maalesef YÖK’ün kendisi sebep oluyor; çünkü yöneticileri panik içinde hareket ediyor. Basının bir kısmı da bu imajı pekiştirecek şekilde YÖK’e destek veriyor. Dün Cumhuriyet, ‘Akademik destek’ manşetini kullanmıştı. Sanırsınız akademik bir faaliyet var ortada...
Van’da halk YÖK heyetini protesto etmiş. Anadolu’nun hangi asude kentine gitseler benzer bir tepkiyi bulacaklar. Çünkü YÖK’ün bilim özgürlüğü konusundaki cılız duruşunu biliyor vatandaş. O yüzden şimdiki sert tavra bir mana veremiyor. Daha kısa bir süre önce bir üniversitede yapılması düşünülen bir konferans önce tehir edildi sonra yasaklandı. Dünyaya rezil olma durumu ortaya çıkınca konferans apar topar başka bir üniversiteye alındı. Bütün bunlar olurken YÖK’ün ne dediğini hatırlayan var mı? Söz konusu ‘utanç verici suçlar’ olunca mı YÖK eylemci olmayı hatırlıyor?
YÖK; Türk Silahlı Kuvvetleri’ni örnek almalı
Bir de şöyle düşünelim: Rektör Bey, sağcı, muhafazakâr kimliğiyle tanınan bir adam olsun ve bu adam Aşkın’ın muhatap olduğu suçlamalara muhatap olsun; YÖK bu kadar keskin bir destek verir miydi, basın bu kadar yanında ya da ortada olur muydu? Kimse kimseyi kandırmasın; ortaya konan tepkiler, aşiret dayanışmasını çağrıştırıyor. Olacak şey mi Adalet Bakanı’nın makamına baskın düzenlercesine gitmek, yargıyı baskı altına almak, tuhaf ittifaklar kurmak?
Türkiye demokratikleşmek, şeffaflaşmak zorunda. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son dönemde ortaya koyduğu yürekliliği YÖK gösteremiyor. Medya da bu yanlışın üzerine yeterince gidemiyor. Düşünün, en üst düzeyde görev yapmış bir komutan, eşi ve çocuğuyla kameralar karşısında yargılandı da ne Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten; ne de kuvvet komutanlarından yargıyı etkileyecek en küçük bir ihsas-ı rey işitilmedi. Hatta bazı haberlere göre yargı sürecini Özkök Paşa bizzat başlatmıştı. YÖK’ün de aynı erdemi göstermesi gerekirdi. Bu erdemli davranış YÖK’ü zayıflatmaz; aksine daha güvenilir bir kurum haline getirirdi. Oysa onlar meseleye korumacılık güdüsüyle yaklaştı ve tarihî bir hata yaptı. Bu tarz yaklaşımlardan üniversitelerimiz yara alır. Rektör Aşkın’ın kendini aklama yolu mahkemelerden geçiyor; YÖK ya da medya ile ittifak kurmaktan değil. Başka türlü yolsuzluğun hakkından gelmek, şeffaf bir toplum inşa etmek mümkün değil...
24.10.2005 – EKREM DUMANLI