Günlük hayatta sıklıkla deyimler kullanırız.Fakat bu deyimlerin hikayelerini kaçımız biliriz.Benimde merak ettiğim bir konuydu bu..Birkaçtanesini sizlerle paylaşayım..
ATI ALAN ÜSKÜDARI GEÇTİ
zamanında Bolu beyine baş kaldıran köroğlunun dillerde yağızmı yağız atı çalınır.bütün civarı arar tarar yok.bir kimse birde istanbuldaki pazarları dolaş der.istanbulda pazarları dolaşırken atına rastlar.
pazar sahibine şu ata bir bineyim hele der.pazarcıda buyur der .
eski sahibinin kokusunu alan at şahlanıp,dört nala ordan uzaklaşır.
dövünen pazarcıya ihtiyarın biri gelip ,
ah evlat! atı alan üsküdarı geçti.o köroğluydu ,atın gerçek sahibi...
GÜME GİTMEK
yeniçeri ler günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde
olaylara müdahele edip, göz altına alacakları adamları kodeslere götürür. içeri atarken de Hooop... güümm derlermiş.ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara: vay be! adam bağıra çağıra güme gitti!derlermiş.
İŞ İNADA BİNDİ
adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış .bunu bilen bir arkadaşı da yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş.o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş. teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna ,evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.
DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR
Dönem II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir.Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacıönce Suriye ,ardında Osmanlı yı ele geçirmektir .Oğlu İbrahim Paşa ,Suriyeyi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti.İstanbula doğru yola çıkmıştı.II. Mahmut ,ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikoladan yardım ister.Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır.Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca,Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der.
PABUCU DAMA ATILMAK
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu.
Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu.
Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu.
Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
DİMYATA PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.
Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır
ATEŞ PAHASI
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar.
“Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu.
Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar.
Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı.
Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti.
Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi.
Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi:
“Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu:
“Söyle bakalım borcumuz ne kadar?”
Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi:
“Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi.
"Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha.
"Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi.
Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi.
ATEŞ PAHASI sözü buradan gelir.
DOKUZ DOĞURMAK
Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp
Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,
Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
‘’Yahu sen? Tellakları duymadınmı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?
Adam bir telaşlı bir terli;
‘’Paşa hazretleri ,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.
Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,
‘’Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.
Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.
Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.
Karısıda ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun ? demiş.
Adam ise hararetle,
‘’Ah bre hatun sen neler diyosun??
Sen bir kere doğurdun.
Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.
ELİ KULAĞINDA
Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “(Henüz olmadı ama) eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da müslümanların sayısı artınca, namaz için onları bir araya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için Habeşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine’de nmüşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı bilahare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamayı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular.
Eskiden birisi yakındakine,
- Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
- Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
İK DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
Keçiboynuzunun ,Yunanca adı keration ,İngilizcede carob,Arapçada kırrıt tır.
Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış.
Elmaslar,keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış.
Bu nedenle keçiboynuzu ,kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış.
Prof Dr.Aydın Akkaya açıklamasına göre;
Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur.
Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir.Bu ,hem çok kuruduğu ve meyvasından çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hemde içine su alması ihtimalinin
çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir.
Bu sebeple Araplar,Selçuklular,Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır.
Dört tanesi bir dirhem eder.
Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir.
Satıcı , iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip,buda benim ikramım olsun derse,müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş.
Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek ‘’ denmesinin kökü buymuş
HALEP ORDAYSA ARŞIN BURDA
Palavracının biri başına topladığı üç beş cahile karşı övünüp duruyormuş :
- İşte ben güçlü ve maharetli bir adamım. Evet ben Halep'te bulunduğum sıralarda altmış arşın uzağa atlamış bir kimseyim!.. Nasreddin Hoca da bu sırada oradan geçiyormuş. Palavracının yanına yaklaşıp :
- Yaa demiş demek sen altmış arşın atlarsın. Haydi atla da görelim. Adam hık mık etmiş.
- Ama demiş ben Halep'te atladım. Hoca kızmış :
- Canım demiş, Halep oradaysa arşın burada.
BU İŞİN ALTINDA ÇAPANOĞLU VAR
Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır.
1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.
Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.
Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur.
Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek
kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.
Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,
‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der.
Soruşturma aynen kapatılır.
SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTMEK
Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.
Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.
Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.
Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.
Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.
Bu deyim "gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek"anlamında kullanılır....
DERDİNİ ANLAT MARKO PAŞAYA
Marko Paşa ,Sultan Abdülaziz döneminde yaşayan Rum hekimidir.
Üstad bir hekim olan Paşa çokça hastayı tedavi eder ve sağlığına kavuşturur.
Halk arasındada çok ünlü dür,her gün belki yüzlerce insan kapısını çalar,hastalıklarına çare arar.
Bunca insanın bırakın derdine çare olmayı ,dinlemek bile imkansız bir hal alır.
Bu duruma kendince bir çözüm bulur.
Kapısına gelen hastalarını dikkatle dinler,
Onlara şöyle der;
‘’Anladım ,anladım ama ne??’’
Biçare hastada bu anlamsız soru karşısında ,herhalde iyi anlatamadım diye düşünür ve tekrar anlatır.
Ama yine Marko Paşa ; ‘’Anladım ama ne??’’der.
Bu böyle olunca ,hastalar çareyi oradan uzaklaşmakta bulurlar.
Zamanla Marko Paşanın ünü unutulur gider.