uyumsoft

Maliyeciler

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan yuceli
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Cepteki para, cebin olduğu pantolonu giyene,
bardaktaki su, içene
tabaktaki yemek, o yemeği yiyene
kümesteki KAZ, kümestekilere
yeter .
Siz kümesin içindekilerdenmisiniz yoksa dışındakilerden mi ??

kümestiki kazlardan ne anladığınıza bağlı.kümesteki kazlar vergiyi verenler.
kümes dışındakilerde kayıt dışı ekonominin kaymağını yiyenler.devlete kuruş vergi vermeyenler.
 
Allahıma bin şükür ki, MALİYECİ OLMAMIŞIM. Yazıklar olsun, vatandaşı KAZ olarak gören zavallı zihniyete.

YAZIKLAR OLSUN BÖYLE DÜŞÜNEN DEVLET MEMURUNA,

Merak ediyorum, kendini maliyeci olarak tanımlayıp, ayrı bir grup olduklarını belirtip , burada olmak isteyen veya istemeyen diğer arkadaşlar da vatandaşı KAZ olarak mı görüyor,
yoksa kendi içlerindeki bu tür düşüncelere olması gerekn tepkileri gösterecekler mi?


 
Allahıma bin şükür ki, MALİYECİ OLMAMIŞIM. Yazıklar olsun, vatandaşı KAZ olarak gören zavallı zihniyete.

YAZIKLAR OLSUN BÖYLE DÜŞÜNEN DEVLET MEMURUNA,

Merak ediyorum, kendini maliyeci olarak tanımlayıp, ayrı bir grup olduklarını belirtip , burada olmak isteyen veya istemeyen diğer arkadaşlar da vatandaşı KAZ olarak mı görüyor,
yoksa kendi içlerindeki bu tür düşüncelere olması gerekn tepkileri gösterecekler mi?




günaydın.provakatörmüsün arkadaşım sen.kümesteki kaz deyimi biz memurlara ait değil birkere.
bunu iyi öğren.vatandaşın kendisi diyor bunu.yolunacak kaz olarak görüyor kendisini..
sanırım bu deyimi ilk defa duyuyorsun.burada asıl anlatılmak istenen vergi kaydı olmayan diğer kesim.
konuyu iyi anlayın lütfen

 
Allahıma bin şükür ki, MALİYECİ OLMAMIŞIM. Yazıklar olsun, vatandaşı KAZ olarak gören zavallı zihniyete.

YAZIKLAR OLSUN BÖYLE DÜŞÜNEN DEVLET MEMURUNA,

Merak ediyorum, kendini maliyeci olarak tanımlayıp, ayrı bir grup olduklarını belirtip , burada olmak isteyen veya istemeyen diğer arkadaşlar da vatandaşı KAZ olarak mı görüyor,
yoksa kendi içlerindeki bu tür düşüncelere olması gerekn tepkileri gösterecekler mi?




:)Maliye her zaman vatandaşı kaçakçı olarak görür. Bu yeni birşey değil. Ben kendimi bildim bileli böyle. Elbette maliye teşkilatının kuruluşundan beri böyle.Ancak bence burda sorumluluk Maliye de değil. Siyasettedir. Her zaman her dönemde siyaset belirli gruplara vergi avantajı sağlamış, diğerlerini de "kaz" sıfatına sokmuştur.
Vergi adaletinin bu kadar bozuk olduğu bir ülkede kör tuttuğunu... prensibi malesef hep geçerli olacaktır.
 
:)Maliye her zaman vatandaşı kaçakçı olarak görür. Bu yeni birşey değil. Ben kendimi bildim bileli böyle. Elbette maliye teşkilatının kuruluşundan beri böyle.Ancak bence burda sorumluluk Maliye de değil. Siyasettedir. Her zaman her dönemde siyaset belirli gruplara vergi avantajı sağlamış, diğerlerini de "kaz" sıfatına sokmuştur.
Vergi adaletinin bu kadar bozuk olduğu bir ülkede kör tuttuğunu... prensibi malesef hep geçerli olacaktır.


işte budur
 
Allahıma bin şükür ki, MALİYECİ OLMAMIŞIM. Yazıklar olsun, vatandaşı KAZ olarak gören zavallı zihniyete.

YAZIKLAR OLSUN BÖYLE DÜŞÜNEN DEVLET MEMURUNA,

Merak ediyorum, kendini maliyeci olarak tanımlayıp, ayrı bir grup olduklarını belirtip , burada olmak isteyen veya istemeyen diğer arkadaşlar da vatandaşı KAZ olarak mı görüyor,
yoksa kendi içlerindeki bu tür düşüncelere olması gerekn tepkileri gösterecekler mi?


devlet memuruna saygısızlıktan başka bir ifade olamaz bu düşünceler.. birde birlik beraberlikten bahsediyorsunuz geldik geleli.. ama sizin gibilerinde karşısında durmasını biliriz bundan sonraki tepkilerinizede susarak yanıt vereceğiz anlayan anlar herkese iyi çalışmalar...........
 
devlet memuruna saygısızlıktan başka bir ifade olamaz bu düşünceler.. birde birlik beraberlikten bahsediyorsunuz geldik geleli.. ama sizin gibilerinde karşısında durmasını biliriz bundan sonraki tepkilerinizede susarak yanıt vereceğiz anlayan anlar herkese iyi çalışmalar...........
Gene diyorum,
vatandaşa kaz diyen ve bu düşünceyi savunan zihniyete YA-ZIK-LAR OL-SUN
 
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”

Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.

Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.

“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU
 
'' ...karı koca çoktan uyumuşlar. Daha doğrusu erkek uyumuş kadın kocasının uyuduğundan emin olduktan sonra yataktan usulcacık çıkıp,pencereden bahçede bekleyen sevgilisinin yanına atlar. Orta Anadolu'da bir köyde geçen bu olayda iki sevgili saatlerce koşar adım köyden uzaklaşırlar. Yola çıktığından beri kadın ayakkabısının içinde ayağına batarak rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamak için durup ayakkabısını çıkartıp elini içine sokar ki donar kalır. Çünkü ayakkab...ısının içinden bir tomar para çıkar.
Evet sessizce yatağından kaçtığı kocası aslında her şeyin farkındadır ve ''yıllarca bana emek verdi, gittiği yerlerde namerde muhtaç olmasın '' diye ayakkabısına bir miktar para koymuştur.
İki sevgili Kapadokya' da bir eski kiliseye sığınır, adam kadını orada bırakıp kasabaya doğru yola devam eder.
Kadın kilisede yalnız uyanır ve adeta çıldırmış gibi çığlık atmaya sağa sola koşmaya başlar çünkü kilise duvarındaki gözleri oyulmuş altı havari(ki Anadolu'da halk resim günah diye kiliselerdeki fresklerin gözlerini oyarlar) freski kadına bakmakta,kadın onları terk ettiği ama kocasının resmi zannetmektedir.
Bu olay gerçektir. Kadınların,kızların, sevgililerin yok yere kıskançlıkla öldürüldüğü topraklarda kaçan karısının ayakkabısına ''namerde muhtaç olmasın ''diye para koyan büyük insan Aşık Veysel'dir...''
 
'' ...karı koca çoktan uyumuşlar. Daha doğrusu erkek uyumuş kadın kocasının uyuduğundan emin olduktan sonra yataktan usulcacık çıkıp,pencereden bahçede bekleyen sevgilisinin yanına atlar. Orta Anadolu'da bir köyde geçen bu olayda iki sevgili saatlerce koşar adım köyden uzaklaşırlar. Yola çıktığından beri kadın ayakkabısının içinde ayağına batarak rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamak için durup ayakkabısını çıkartıp elini içine sokar ki donar kalır. Çünkü ayakkab...ısının içinden bir tomar para çıkar.
Evet sessizce yatağından kaçtığı kocası aslında her şeyin farkındadır ve ''yıllarca bana emek verdi, gittiği yerlerde namerde muhtaç olmasın '' diye ayakkabısına bir miktar para koymuştur.
İki sevgili Kapadokya' da bir eski kiliseye sığınır, adam kadını orada bırakıp kasabaya doğru yola devam eder.
Kadın kilisede yalnız uyanır ve adeta çıldırmış gibi çığlık atmaya sağa sola koşmaya başlar çünkü kilise duvarındaki gözleri oyulmuş altı havari(ki Anadolu'da halk resim günah diye kiliselerdeki fresklerin gözlerini oyarlar) freski kadına bakmakta,kadın onları terk ettiği ama kocasının resmi zannetmektedir.
Bu olay gerçektir. Kadınların,kızların, sevgililerin yok yere kıskançlıkla öldürüldüğü topraklarda kaçan karısının ayakkabısına ''namerde muhtaç olmasın ''diye para koyan büyük insan Aşık Veysel'dir...''

boşuna ona Aşık veysel dememişler...işte bu ...
 
Avukat

Lazın biri dünyaca ünlü ağır ceza avukatı imiş. İdama çarptırılan mahkûmları ipten alıyormuş. Bir gün mafya babalarında biri idamla

yargılanırken mafya babasının adamları bizim Temel'e gitmişler ve

- “Durum böyle böyle hiç olmazsa şunu bir müebbede çevir” demişler.

Temel olur demiş 10 dk'lik iş. Sabah olmuş mahkemeye gitmişler Temel kapalı celse istemiş ve hakimle ikisi bir odaya girmişler.

Bizim Temel 10 dk sonra çıkması beklenirken akşama kadar çıkmamış. Akşam kan ter içinde çıkmış. Sormuşlar ya niye bu kadar

uzun sürdü diye. Temel cevap vermiş:

- “Hakim tutturdu beraat diye müebbede çevirinceye kadar akla karayı seçtim.”
 
Bizim marangoz Temel, ahşap bir binanın restorasyonunda çalışmaktadır. Elinde testere ile ikini katın iskelesinde çalışırken

görünmez bir kaza meydana gelir ve testereyi kaydırarak bir anda yanlışlıkla kulağını keser. Kulak da aşağıya düşer.

Kulağını görmek ümidiyle aşağıya bakar ve orada çalışan işçilere seslenir:

- “Hey beyler aşağılarda bir kulak gördünüz mü?”

Şaşkın işçiler şöyle bir etraflarına bakarlar ve kanlar içinde bir kulak bulup bizim Temel’e gösterirler:

- “Bu mu? ”

Temel aşağıya doğru eğilip gözlerini kısar:

- “Yok, yav, benimkinin arkasında kalem olacaktı.”
 
Müstehcen sayılırsa sayın yöneticiler silebilirler.

Adamı, vergi dairesine çağırmışlar.. Yanında bütün defterlerini ve hesaplarını da getirmesini istemişler..
Adam korku içinde, mali danışmanına gitmiş..
Sormuş:
- Vergi dairesine giderken nasıl giyineyim?. Ne tür bir izlenim bırakırsam, bana daha az vergi cezası keserler?
Mali danışman öğüt vermiş:
- En eski elbiselerini giy.. Yoksul, muhtaç bir görüntü ver ki, sana az ceza kessinler..
Adam güvenemeyip, bir de avukatına danışmış..
Avukat, mali müşavirin tam tersi bir öğüt vermiş:
- En yeni, en pahalı elbiseni giy.. Güvenli, kendinden emin bir görüntü ver ki, az ceza kessinler vergiciler..
Adamı bu öğütler tatmin etmemiş.. Aklına güvendiği, filozof bir arkadaşına aynı soruyu sormuş.. Bu akıllı arkadaş bir hikaye anlatmış.. Şöyle demiş:
- Bir gelin, zifaf gecesi ne giymesi gerektiğini bir arkadaşına sorar.. O da, gırtlağa kadar kapalı, koyu renk bir gecelik giymesini tavsiye eder.. Bir başka arkadaşı ise, dekolte, şeffaf bir gecelik giymesini söyler..
Vergi dairesine giderken ne tür bir elbise giymesi için arkadaşından öğüt bekleyen adam, bu hikayeyi dinledikten sonra, sorar:
- Zifaf gecesi ne giyeceğini bilemeyen gelinle, vergi dairesine giderken ne giyileceğini soran benim aramda ne gibi bir ortak yan var ki?
Adamın akıllı arkadaşı gülerek, izah eder:
- Ne giyersen giy, başına gelecek şey aynıdır..
 
MERHABA GARİİİ….




--------------------------------------------------------------------------------

EGE şivesi.

(Kaynak: Bigalı Türkçe Öğretmeni Fikret TÜREN.)

YAP BENİ Bİ KİLO KIYMA.

( Denizli’li birisi, kasaptan kendisine 1 kg kıyma yapmasını istiyor.)

1) Sevgili babaannem sokakta güneşin altında oynayıp terleyen kuzenime kızmaktadır:

-demingkden ben sene kölgelerde oyna dimedim mi?

-geberdirin çocuk seni

-git önkü yüzünü yuuka gel. sırtındakini de değiştir.koş baken!!!!

2) önkü tası horaya go = şu tabagı oraya götür

hangırıya goycem teeze ? (Hangi yere koyacağım teyze..)

Hönkürüye gıı.. (Oraya işte..)

needip goyyonuz (ne yapıyorsunuz? )

3) Otobus yolculugunda kendinden cok su istenen denizlili bir muavinin;

'sayin yolculaamiz duz mu yaladingiz? hareme kadar su yok gaari'

4) senin oğlan hangi bölümü kazandı?

tıpa kazandı

5) Al bunu götüvecesen götürüve, götüvemicesen götüvecek vaa

(Bu paraya götüreceksen götür,götürmeyeceksen, götürecekler var.)

6) Nerem deding ? : hasta birisinin şikayetinin ne olduğunu sormak için kullanılır.

Örnek:

Kişi A: Nerem deding bizim gıız?

Kişi B: Sooma gareee, öskürü öskürü bitmediii. Soonuda hurama hööle bi ağrı girdi. kıpırdeyemeyyon. tokturu gitçen hindi
 
Üst